17 Aralık 2009 Perşembe

Zohan'a Bulaşma

Uzun zamandır aklımda olan, ancak daha yeni faaliyete geçirebildiğim çok eğlenceli bir film var sırada :)
Adam Sandler yine bütün şirinliği ve yeteneğiyle bu sefer İsrailli bir anti terörist timinin başı olarak karşımızda.

Zohan Dvir İsrail'li bir özel tim askeridir ve İsrail - Filistin arasındaki yıllardır süren savaştan oldukça usanmıştır. Bir gün gittiği bir harekatta kendini düşmanı Hayalet isimli adama ve ülkesine ölmüş gösterip, ismini ve görünüşünü değiştirerek New York'a kaçar ve kendine yeni bir hayat kurmaya karar verir. Bu yeni hayatında geçmişe sünger çekip aslında her zaman yapmak istediği işi yapmayı kafasına koyar ; saç stilistliği, yani kuaförlük :) Fakat bu düşündüğü kadar kolay bir iş değildir çünkü Zohan daha önce profesyonel anlamda hiç saç kesmemiştir ve tabi ki bu konuda hiç bir tecrübesi de yoktur. New York'un Filistin Sokağı'nda bir dükkanda iş bulan Zohan, başta onların Filistin'li olmasından dolayı bunu istemese de, başka çaresi olmadığından dolayı çaresizce bu durumu kabullenir ve dükkanda yerleri süpürmek ile başlar.. Bu sırada her gün kendini geliştirmeye çalışıyordur ve bir gün şans yüzüne gülüp ilk saçını keser. Fakat Zohan o kadar çılgın bir adamdır ki, saç kesiminde yaptığı çılgınlıkları bir yana bırakın, her müşterisini daha sonra bir odaya alıp onlara daha önce hiç bir erkekle yaşamadıkları deneyimler yaşattırır :) Müşterilerinin yaş ortalamasının 70 olduğunu da göz önünde bulundurursak, bu durum oldukça komik bir görüntüdür. Zohan'ın namı başını alıp gider ve bu durumdan herkes memnundur çünkü dükkanın sahibi Dalia'da batmak üzereyken bir anda zenginliğe emin adımlarla ilerlemeye başlamıştır. Fakat bir problemleri vardır ki, sokağın yıkılıp oraya bir otel dikilmesini kafasına koymuş olan Wallbridge şirketiyle baş edemeyecek kadar küçüktür bu sokağın sakinleri. Her şey çok güzel giderken New York'da taksicilik yapan Filistinli Salim Zohan'ı görür ve gördüğü gibi tanır. Hemen Hizbullah Servisini arayan Salim destek kuvvet ister bu zorlu düşman için. Evet, resmen Hizbullah Servis Hattı yaratmışlar filmde ve daha neler neler :D Mariah Carey bile var filmimizde. Salim rolundeyse benim oyunculuğuna hayran olduğum, Jigalo, 50 ilk öpücük ve Ateşli Piliç gibi komedi filmlerinden tanıdığımız Rob Schneider vaaar!
Salim tarafından deşifre olan Zohan'ın başı artık beladadır çünkü Filistin'in en azılı teröristi nam-ı değer Hayalet, onun icabına bakmak için New York'a gelmiştir..

Kesinlikle izlemenizi tavsiye edeceğim çok eğlenceli bir film. Üstelik o kadar akıllıca yazılmış bir film ki, Amerika'nın hem göçmenlere nasıl davrandığını gösterirken hem de kendi kendileriyle nasıl dalga geçtiklerini de izleyebiliyoruz. Yani şöyle ki, Filistin'li ve İsrailli'ler kendi aralarında,
George Bush ve karısı, Bill Clinton ve karısı hakkında sağlam bel altı muhabbeti yapıyor ve Obama'ya da dokunduruyorlar.
Ben izlerken inanılmaz eğlendim, her ne kadar Zohan'ın gözümüze sokulan 'ölümsüz' ibaresine rağmen. Zaten sizi esas güldüren de o olacaktır. :) Eğer hala izlemediyseniz, izleyin izleyin izleyin derim :)


3 Aralık 2009 Perşembe

Testere VI


Ülkemize 11 Aralık'ta gelecek olan diğer beşini sollayabilecek kapasitedeki Testere 6'yı geçen gün izleme fırsatım oldu, buradan fındıkkurdum Gamze'ye de teşekkür ediyorum :)
''Abi Jigsaw öldü hala neyin filmini yapıyorlar?'' diyorsanız, yanlış düşünüyorsunuz çünkü gerçekten adamlar sağlam devam ettiriyor filmi.. Şayet Testere'nin 9'a kadar gideceğini de duyurdular. Bu sefer sahnede beşinci filmden kalan ajanımız ve Jigsaw'ın hoş karısı var.. İkisi birlikte Jigsaw'ın onlar için bıraktığı talimatları yerine getirmek için yeni oyunlar, düzenekler, kaçırmalar yapıyorlar. Ama neden her seferinde filmin en başına en iğrenç sahneyi koymak zorundalar diye de sormadan edemiyorum tabi kendime :/ Ben ki bu tip psikolojik gerilim, daha doğrusu naturalistliğin sonuna dayanmış olan filmleri izlemekten büyük haz alırım, ben bile o ilk sahnede kendime zor hakim oldum. Gerçekten de çok korkunçtu :/ Fakat bu sefer ki oyunun tek farkı, geçilmesi gereken dört aşamada oyunu oynayan adam William'ın çok az acı çekmesi. Yani genelde hayatta kalmak için ne kadar kan dökebilirsin mantığıyla yaklaştığından Jigsaw, bu sefer '' ee bu adama hep vicdan yaptırdı abi '' diyorsunuz. Yapması gereken - şartlara göre - zaten vicdan ama mesela altı tane iş arkadaşından iki tanesini kurşuna dizilmekten kurtarmak için, hazırlanan düzenekte elini makineye sokması lazım. Elini sokarsa eli delincek ama arkadaşlarından biri kurtulcak, sokmazsa hepsi ölecek. Öyle bir durumda, ''benim bu ele sonradan ihtiyacım olur mutlaka '' diyerek, elimizi sokmazdık biz. ''Madem ölcek dörtü, hepsi ölsün ya'' dedik Gamze'yle. Yani adamın canının acımaması için farklı seçenekleri vardı, tabi en büyük sınav sonunda olsa bile :)
Neyse, demek istediğim yine çok ama çok sağlam bir Testere var karşımızda. Eğer benim midem kaldırır, ben izlerim gayet rahat diyorsanız, geldiğinde mutlaka izleyin. Ama kendinize gerçekten güvenmiyorsanız, anlatılanları dinlemekle de yetinebilirsiniz :)
İyi seyirler..
Not : Bir de burada hoşuma giden testereyle ilgili bir animasyon var, bir tık uzağınızda :)

27 Kasım 2009 Cuma

2012



Geçen gün msn'de iken bir arkadaşım, yazar hanım 2012'yi seyretmediniz mi, göremedik eleştirilerinizi :) dedi, o kadar hoşuma gitti ki. Demek ki birileri tavsiye almak için, fikir edinmek için ilgileniyor blogumla o gazla gittim hemen seyrettim :)


Film için söyleyecek o kadar çok şeyim var ki, nereden başlayacağım bilemiyorum. En iyisi önce yereyim bir güzel :P


Şöyle ki, '' ben Hollywood filmiyiiiiiiiim!!'' diye bağıran bir senaryomuz var ona hiç şüphe yok..

''Görsel efekt şöleniyim, aklınızı alırım'' dediği de çok açık. Gel gelelim, Hollywood'un başrol oyuncularını 'tanrısallaştırma' olayına..

Hikayeyi anlatmama gerek var mı bilmiyorum ama yine de bir özet geçelim..


2012'de dünyanın sonunu geleceğine kesin karar veren Amerikan bilim adamları, bu kıyametten kurtulmak için dev gemiler inşaa ederler. Fakat kıyamet, tahmin ettiklerinden çok daha erken gelmiştir, kendilerini ve bu gemiye bilet alan insanları kurtarmak için yalnız 2 günleri vardır.
Jackson Curtis ( John Cusack ) çocuklarıyla birlikte ormanlık bir araziye kamp yapmaya gider ve burada bir zamanlar olan gölün artık varolmadığını, arazinin dikenli tellerle korumaya alındığını fark eder.. Ertesi gün, çocukları ve eski eşinin yaşadığı California'nın yok olacağını öğrenen John, ailesini ve eski eşinin sevgilisini de alarak Çin'e doğru uzun bir yolculuğa çıkar.


Şimdi gelelim bu yolculuğun muhteşem saçmalıklarına :)

John Cusack, bir adet limuzinle saniye saniye yıkılan California'nın her an bir adım ilerisinde bir uçtan diğer uca, uçarak kaçarak ulaşmayı başarıyor. Fakat bu sırada yıkılan caddelerden uçuyor, yıkılan binalardan geçiyor, çöken köprülerden salise farkıyla kurtuluyor.. yok artık Lebron James arkadaşım dedirtiyor size..


Bir sonraki komedimize gelince, hani minik uçaklar vardır ya, pırpır uçaklar gibi sevgili Curtis ailemiz ve annenin sevgilisi, bu minik uçakla yıkılan ülkeden Miami'ye kadar mutlu mesut uçuyorlar tabi arada benzin almaya duruyorlar haklarını yemeyelim ama, sadece iki-üç kez uçuş dersi almış estetisyen üvey babamız, bu felakette nasıl bu kadar usta uçak sürebiliyor? :)
Bkz:

Daha sonra benzin almak için indikleri yerde Bay Curtis minik kızıyla birlikte bir haritayı bulmaya gidiyor.. Onlar bu yolculuktayken magma tabakası yükselmeye başlıyor ve korkunç patlamalar oluyor.. Öyle patlamalar ki gökyüzünden alev topları nokta atışı yapıyor resmen fakat biz tabi ki başrol oyuncumuz ve minik kızı için üzülmemizin saçma olduğunu biliyoruz, nasılsa kurtulacaklar. Nitekim altlarındaki karavanla uçaklarına doğru son hızla giderken, asfaltın yarılması sonucu karavan yeryüzünün dibine doğru düşmeye başlıyor.. Herkeste bir çığlık, eski eş ve çocuklar ağlıyor, üvey baba daha soğukkanlı uçağı hareket ettirmeye başlıyor daha fazla vakitlerinin olmadığını bilen tek insan çünkü. Fakat o anda arkamıza bir bakıyoruz ki, yarılmış sonsuzluktan bir el çıkıyor, arkasından da Jackson Curtis, nam-ı değer ölümsüz Jackson :)
Peki yaa koskocaman, Boeing tarzı bir uçağı ( içinde bir düzine araba var uçağın, büyüklüğünü siz tahmin edin ) yaklaşık 30 metrelik bir pistte kaldırabilen pilot arkadaşımıza ne demeli ? :) 30 metre diyorum ya.. Nasıl bir mantıktır bu :) Havalanırken Eyfel Kulesi'nin tepesine çarpıp deviriyorlar onun üstüne de espri yapıyorlar. '' O neydi ? - Eyfel Kulesi'ni devirdik dostum ! Muhahaha '' diye bir muhabbetleri oluyor :D
Hepsi iyi güzel hoş, dostlarımız öyle ya da böyle Çin'e uçuyorlar. Bir de tabi levha tabakalarının kaymasından dolayı kıtalar birbirine yaklaşıyor ve Çin, Fransa'ya gayet yakın oluyor o yüzden çok sürmeden geliyorlar Çin'e. Buna bir lafım yok. Gemiye kadar da geliyorlar.. Gizli gizli gemiye giriyorlar o sırada bir terslik çıkıyor ve geminin kapısı sıkışıyor, kapanmayınca gelen tsunami yüzünden gemi su almaya başlıyor ve gemi arkasını bölme bölme kitleme başlıyor amaa bizim kahramanımız ne yapıyor, kapıyı kapatmak için derin bir nefes alıp suların arasına dalıyor elinde bir fener, makaraya sıkışan kabloyu çıkartacak. O sırada fark ediyoruz ki, Curtis ailesi balıkgillerden geliyor :D İnanılmaz sağlam görme yetileri ve suyun altında 3.5dk falan durabilme ile yeni dünya da Guiness Rekorlar Kitabı'na girebilirler.
Sonuna da eski eş ile barışıp sonsuza kadar tekrar mutlu olabilsinler diye, annenin sevgilisini makaralara sıkıştırarak öldürmüş senaristler..
Peki ya Danny Glover'in Amerika Başkanı olması ve yapılan gemilere binmeyi reddedip, ülkesinde vatandaşlarının yanında ölmesine ne demeli.. Amerika başkanından bahsediyoruz.. Amerika başkanı :) Vatansever, dürüst, örnek vatandaş Amerika Başkanı :))
Yani anlayacağınız, film saçmalıklar daniskası.. Şu anlattıklarımdan bile nasıl bir şey ile karşılaşacağınızı tahmin edebilirsiniz.
Fakaat...
Bugüne kadar ki, en güzel, en etkili görsel efektleri barındırdığını kimse reddedemez. Yani eğer filmi görsel şölen olarak seyrederseniz, çok güzel not alır sizden. Yani kesinlikle efektler konusunda haklarını yiyemeyiz.. İzlemesi oldukça keyif veren bir film..
Fakat birazcık mantığına girerseniz işin, o zaman yine ' Ölümsüz Amerikalılar ' rituelini görürsünüz :)

9 Kasım 2009 Pazartesi

Nefes : Vatan Sağolsun



Bu film hakkında bir şey söylemeyeceğim. Çünkü sadece izledikten sonra anlayabilirsiniz nasıl bir şey olduğunu. Sadece şunları söyleyebilirim ki ; kadar hala seyretmediyseniz, kesinlikle çok şey kaybediyorsunuz ve bu söyleyeceğimi kimse bilmez ama film bundan 12 sene önce yaşanan bir olayda bir kaç küçük değişiklik yapılarak çekilmiş. Zira ben bu hikayeyi yıllar önce çok yakınım olan bir insandan dinledim..

Teklif


Sandra Bullock, yine çok güzel bir romantik komedi ile karşımızda :)


Ünlü bir yayınevinde yöneticilik yapan Margaret Tate ( Sandra Bullock ) ukala, bekar, feminist ve aşırı despot bir kadındır. Aynı zamanda bir o kadar da güzeldir. Bütün bu özelliklerinin yanında, asistanı Andrew Paxton ( Ryan Reynolds )'a hayatı zehir etmek, en sevdiği şeylerden birisidir. Bir gün patronu, göçmenlik bürosundan bir telefon geldiğini ve gerekli evrakları zamanında vermediğinden dolayı çok kısa süre içinde ülkeden sınır dışı edileceğini söyleyince, Margaret çok büyük bir çıkmazın içine düşer ve çareyi, 'zavallı' asistanı Andrew'la evlenmekte bulur. Fakat hiç bir şey göründüğü kadar kolay değildir. Göçmenlik bürosunun bu evliliğin formalite icabı olmadığına inanması lazımdır ki yanında çalıştığı 3 yıl boyunca Margaret asistanını sadece bir köle olarak görmüştür. Şimdi önünde, ''müstakbel kocasını'' tanıması ve göçmen bürosuna bunun formalite olmadığını göstermesi için sadece dört günü vardır. Aksi taktirde kendisi ilk uçakla Kanada'ya, asistanı Andrew ise hapise gidecektir.


Sandra Bullock her zaman ki gibi oyunculuğunu konuşturmuş :) Bu dört gün içinde, o despot kadının aslında neden bu kadar soğuk ve acımasız olduğunu öğrenecek, biraz aile sıcaklığıyla nasıl farklı bir kişiliğe büründüğünü göreceksiniz..


Skor Peşinde


Filmin orjinal adı, Sex Drive. Amerikan Pastası tadında, çok güzel bir komedi filmi :)


Ian ( Josh Zuckerman ) 18 yaşında, asosyal, ezik bir tiptir. Fakat en kötüsüyse, hala bakirdir. 18ine kadar hiç kız arkadaşı olmamış olan Ian, internetten tanıştığı bir kıza kendini kaptırmaya başlar. Ailesinin haftasonu şehir dışına gitmesini fırsat bilen Ian, en yakın arkadaşı Lance ve Felicia ile, internet aşkı olan kıza gitmeye karar verir. Fakat yola abisinin taptığı arabası, ,''bay Yargıç'' ile çıkınca, yol boyunca başlarına gelmeyen kalmaz. Lance'in çapkınlıkları yüzünden gözü dönmüş bir adam tarafından kovalanmalarından tutun, her türlü teknolojiden uzak, naif bir hayat yaşadığını zannettiğimiz Amiş topluluklarının partilerine kadar, bulaşmadıkları olay kalmaz. En çok eğlendiğim kısımlardan bir tanesi ise Ian'ın kas yığını, yakışıklı abisi Rex'in kendisi hakkında yaptığı bir itiraftı :)


Film boyunca gerçekten çok eğleneceğinizi temin edebilirim.
İzlemelisiniz ! :)


Not : Aile büyükleriyle falan izlenecek bir film değil, izleyecekseniz yalnız ya da arkadaş grubunuzla izleyin :)

25 Ekim 2009 Pazar

This is it !


Michael Jackson hayranlarına müjde! :)


Kenny Ortega yönetmenliğinde, Michael Jackson'un Londra'da başlaması planlanan fakat Michael'ın ani ölümüyle iptal olan ''This is it'' ( İşte budur) turnesindeki provalarından ve sahne arkası çekimlerinden hazırlanan bir Michael Jackson belgeseli. Ölmeden önceki son zamanlarını izleyeceğimiz belgeselde Michael'ı sadece sahnedeki haliyle değil, daha sıradan bir haliyle göreceğiz :)


Tüm dünya da 28 Ekim'de vizyona girecek olan ''İşte Budur'' Türkiye'de sahnesini 29 Ekim Perşembe günü açacak..




Kanalizasyon




Galasına davetiyem olduğu halde gidemediğim, dün gece izlemeye fırsat bulabildiğim Okan Bayülgen'den günümüz televizyon programlarını hicveden güzel bir komedi.


İmdat ( Okan Bayülgen ) ,tüm hayatını televizyon izlemeye adamış, Kanal İ 'nin camlarını silen bir temizlik elemanıdır. Ne zamanki sıra Genel Müdür'ün odasına gelsin, kafasını televizyondan çeviremez ve her seferinde Genel Müdür Berk'den( Hakan Yılmaz) azar yer.

Televizyon reytinglerinin yerlerde süründüğünü gören kanalın sahibi Servet Bey ( Hakkı Devrim ) Berk'e bu rezilliği düzeltmesi için sadece 1 ay verir. Bunun üzerine kolları sıvayan Berk'in aklına bir fikir gelir. İmdat'ı televizyonun karşısına oturtur ve bütün gün onun nelere güldüğünü, hangi programlardan etkilendiğini takip eder. Kendi kanallarının formatını, İmdat'ın beğendiği programlara göre düzenler ve reytinglerin bir anda tavan yaptığını görür. Fakat bu düzenbazlığı ortaya çıkınca kovulan Berk'in yerine süpriz bir şekilde temizlik işçisi İmdat getirilir. Olay böyle olunca işler çok değişir :)

Kim beş yüz tokat ister'den tutun, Tuvaletteyiz, Boş musun dolu musun, Yüzüne tükürülecek adam, Hayvanım olur musun?, Uzun Eşşek gibi bir çok enteresan ve komik program yayınlamaya başlayan İmdat sayesinde Kanal i Türkiye'nin en çok izlenilen progamı haline gelir. Fakat acaba İmdat bu güzel rüyadan ne zaman uyanacaktır?


Günümüz programlarına çok güzel dokundurmuş Okan Bayülgen. Ayrıca canlandırdığı karakter o kadar tatlı, o kadar saf, o kadar sevimli bir karakter ki izlerken içinizde İmdat'a karşı büyük bir sempati uyanacak :)

Filmde yok yok.. Metin Uca, Ahmet Çakar, Esra Erol, Zerrin Özer, Erol Büyükburç, Medyum Memiş ve adını unuttuğum daha nice kişi :)

Sonuç itibariyle, gözümüzün birazcık açılması için izlememiz gereken, hem güldürüp hem öğreten çok güzel bir film olmuş :)

Jennifer's Body


Jennifer's Body.. Türkçe'ye Kana Susadım olarak çevilmiş. Ama ne yalan söyleyeyim çevirilen o kadar aptalca isime göre bu filmin konseptine oldukça uymuş o yüzden bu sefer eleştirmeyeceğim çevirmenleri :)
Filmimizin başrol oyuncusu, Dünyanın en seksi kadınlarından, Angelina'nın tahtına aday, güzeller güzeli Megan Fox.
Devil's Kettle isminde küçük bir kasabada yaşayan Jennifer, kasabanın en güzel ve popüler kızıdır. En yakın arkadaşı Needy ise, bir o kadar asosyal, sade ve sıradan bir kızdır. Bir akşam kasabaya Low shoulder isinde bir müzik grubunun geleceğini öğrenen Jennifer, Needy'i de alarak grubu dinlemeye gider. Asıl amacı, grubun vokaliyle güzel bir gece geçirmektir. Fakat işler hiç de umduğu gibi gitmez. Gittikleri gece kulübünde çıkan yangın sonucu he yer mahşer yerine döner. Needy ve Jennifer mekandan kaçarlar fakat Jennifer olayın şokuna girmiştir. Bu şok anından yararlanan grubun vokali (Adam Broody) onu arabaya atıp Needy'nin gözleri önünde mekandan uzaklaştırır.

Satanist çıkan grup elemanlar o gece Jennifer'ı şeytana kurban ederler fakat bir yerde hataları vardır ki o da bakire sandıkları Jen, aslında bekaretini henüz ortaokuldayken kaybetmiştir. Bu büyük hata yüzünden, aslında Jennifer şeytana kurban değil, ona bir beden olmuştur ve Jennifer artık şeytana dönüşmüştür. Fakat o kadar güzel bir şeytandır ki, karnını doyurmakta da hiç bir problem çekmez çünkü okulundaki tüm erkekler kendisi için zaten yanıp tutuşmaktadır.

Artık her şey en yakın arkadaşının elindedir.. Ya en sevdiği dostunu durduracak ya da kasabadaki tüm erkeklerin - kendi erkek arkadaşı dahil - yenmesine göz yumacaktır..

Şahsen filmi gerçekten beğendim. Yer yer insanı gülümseten, yer yer geren sahneleri var. Hele Needy ve erkek arkadaşı Chip'in seks yaptığı sahnede geçen muhabbet bütün sinemanın kahkahalar atmasına sebep oldu :)

Megan Fox oynuyor diye abartıyorum sanmayın, sonuçta zaten klasik bir şeytan çarpması hikayesi var sadece daha değişik yorumlanışı. Ama izlenmeyecek bir film değil, hele Megan Fox varken :)

Not: Megan Fox'un şeytan olduğu sıradaki bir kaç fotoğrafını koymak istiyorum, belki daha çok ilginizi çekebilir :)


21 Ekim 2009 Çarşamba

Rocknrolla



Are you a Rocknrolla ?




Elimizdeki çok sağlam bir Gerard Butler filmi :)


Filmimiz Londra'daki yer altı hesaplaşmaları ve yüksek suç oranı ile ilgili temposu hiç düşmeyen, aksiyon dolu olduğu halde insanı yer yer çok güldüren bir Guy Ritchie filmi.

Bay One Two( Gerard Butler ) ve ekibi, Londra'ya gelen ve Londra piyasasına giriş yapan Rus bir iş adamından çok yüksek meblada para çalınca, herkes paranın ve birbirinin peşine düşer. Bunların içinde tehlikeli mafya babalarından,rock yıldızlarına kadar bir sürü insan vardır.


Kesinlikle film boyunca en çok zevk alacağınız şeylerden bir tanesi de soundtrackleri. Birbirinden güzel Rocknroll parçalarıyla başından sonuna kadar filme tempo tutuyorsunuz :) Sonuç itibariyle kesinlikle izlemenizi tavsiye ederim.



Film ekimi

Elimizde çok güzel bir sanat etkinliği var her ne kadar ben bunu yazmakta biraz geç kalmış olsam da.

Olivier Hirschbiegel, Michael Haneke, Johnnie To gibi usta sinemacıların yeni filmleri izleyicilerle buluşuyor. Film ekimi 17-25 ekim arası devam edecek. Gerçekten çok güzel filmlerin olduğu film ekimini kaçırmamak gerek. Biz arkadaşlarla Bienal dönüşü sağlam bir çizelge yapsak da maalesef çizelgemize uyamadık. Eğer imkanınız olursa mutlaka gitmelisiniz. Liste aşağıdaki gibidir.


16 EkimCuma
19.00
Aşkım / Chéri

21.30
Kim Kiminle Nerede / Whatever Works

17 EkimCumartesi
11.00
İspiyoncu / The Informant!

13.30
Ay / Moon

16.00
Kan Arzusu / Thirst

19.00
Gel Porno Çevirelim / Humpday

21.30
Hayata Çalım At / Looking for Eric GALA

18 EkimPazar
11.00
Kapitalizm... / Capitalism...

13.30
Londra Nehri / London River

16.00
Che 1 - Arjantin / Che Part One: The Argentine

19.00
Che 2 - Gerilla / Che Part Two: Guerrilla

21.30
Dönüşüm / Don't Look Back

19 EkimPazartesi
11.00
Polytechnique

13.30
Ay / Moon

16.00
Beyaz Bant / The White Ribbon

19.00
Cennet Batıda / Eden Is West

21.30
Aşkım / Chéri GALA

20 EkimSalı
11.00
İntikam Peşinde / Vengeance

13.30
Che 1 - Arjantin / Che Part One: The Argentine

16.00
Che 2 - Gerilla / Che Part Two: Guerrilla

19.00
Kapitalizm... / Capitalism...

21.30
Parlak Yıldız / Bright Star GALA

21 EkimÇarşamba
11.00
Gel Porno Çevirelim / Humpday

13.30
Londra Nehri / London River

16.00
Kan Arzusu / Thirst

19.00
Cennetin Kapısında / Valhalla Rising

21.30
Kim Kiminle Nerede / Whatever Works GALA

22 EkimPerşembe
11.00
Cennet Batıda / Eden Is West

13.30
Dönüşüm / Don't Look Back

16.00
Altın Çağdan Öyküler / Tales from the Golden Age

19.00
İspiyoncu / The Informant!

21.30
Zamanın Tozu / The Dust of Time GALA

23 EkimCuma
11.00
Şark Oyunları / Eastern Plays
13.30
Cennette Beş Dakika / Five Minutes of Heaven
16.00
Cennetin Kapısında / Valhalla Rising

19.00
9

21.30
Beyaz Bant / The White Ribbon GALA

24 EkimCumartesi
11.00
9
Dönüşüm / Don't Look Back
13.30
Polytechnique

16.00
Che 1 - Arjantin / Che Part One: The Argentine

19.00
Che 2 - Gerilla / Che Part Two: Guerrilla
21.30
Kan Arzusu / Thirst

25 EkimPazar
11.00
Cennette Beş Dakika / Five Minutes of Heaven
13.30
Şark Oyunları / Eastern Plays
16.00
Altın Çağdan Öyküler / Tales from the Golden Age

19.00
Zamanın Tozu / The Dust of Time
21.30
İntikam Peşinde / Vengeance

Filmlerin hepsi Taksim Emek Sineması'nda gösterilmektedir.


Bunlar da bilet fiyatları :)
Hafta içi 11.00, 13.30 ve 16.00 seansları (tek fiyat): 3,50 TL.
Hafta içi 19.00 seansı ve hafta sonu tüm seanslar: 12,00 TL tam, 8 TL indirimli (öğrenci ve 65 yaşını geçmiş sinemaseverler)
Galalar (tek fiyat): 15 TL.

Daha detaylı bilgi için,

http://www.iksv.org/filmekimi_2009/ linkine tıklayabilirsiniz.


İyi eğlenceler :)

30 Eylül 2009 Çarşamba

Laptopum bozuldu :/ Film izleyemez oldum..

16 Eylül 2009 Çarşamba

Darbe




Öncelikle belirtmeliyim ki, Dakota Fanning gibi bir çocuk yıldız, bir daha ne zaman dünyaya gelir çok merak ediyorum. Tüm dünyanın gözünün önünde büyüyen ve büyüdükçe kendine daha fazla hayran bırakan, geleceği inanılmaz parlak bir oyuncu.




Telekinetik güçleri olan bir grup insan, ''şirket'' adındaki kendilerini kobay olarak kullanan birlikten saklanmaktadır. Fakat bir gün işler çığırından çıkınca serbest olanlar olarak bir araya gelip şirkete son vermek zorunda olduklarını fark ederler. Çünkü işin ucunda ölümleri söz konusudur.


Filmimizden buram buram ''Heroes'' kokuları geliyor. Şirketten kaçan telekinetik güçlü insanlar, geleceği görenler, geçmişi görenler, nesneleri hareket ettirebilenler, aklınıza gelen her tip var. Hepsi de çok belli ki Heroes dizisinden esinlenmiş. Fakat yine de efektler olsun, filmin heyecanı olsun oldukça yerinde. Sadece biraz daha orjinal olunsa, daha güzel olabilirmiş.


Filmde en çok dikkatimi çeken karakter - Dakota Fanning'den sonra- çığlıkları ile insanları öldüren, camları patlatan Çin'li aile oldu. Ne zaman ki gözlüklerini çıkartıp inanılmaz itici bir şekile bürünüp çığlık attıklarında, gülmekten kendimi alamadım. Fena bir film değil, izlerseniz bir şey kaybetmezsiniz :)

14 Eylül 2009 Pazartesi

Eski sevgililerim


Orjinal adımız, Ghosts of girlfriends past.

Connor Mead (Matthew Mcconaughey), zengin,güçlü,zeki, çok yakışıklı ve kadın avcısı bir fotografçıdır. Kadınlara düşkün olduğu kadar onlara karşı bir o kadar da kaba ve saygısızdır. Bir gün erkek kardeşinin düğünü için ailenin en ünlü çapkını merhum Wayne Amca(Michael Douglas)sının evine gider. İçkiyi fazla kaçırdıktan sonra tuvaleti ziyareti sırasında Wayne Amca'nın hayaletiyle karşılaşır ve Wayne Amca ona bu gece üç hayalet tarafından ziyaret edileceğini, kendisi gibi bir hayat yaşarsa, kendisi gibi yalnız ve nefret edilen bir insan olarak öleceğini söyleyerek yok olur. İşler o saatten sonra gelişmeye başlar ve playboyumuz Connor, gece boyunca hayaletleriyle uğraşmak zorunda kalır. Bir yandan da çocukluk aşkı olan Jenny(Jennifer Garner)'i tekrardan kazanmaya çalışan Mead, eğlenceyle izleyeceğiniz bir gece geçirmeye başlar.


Fantastik olduğuna bakmayın, gerçekten çok eğlenceli bir film olmuş. Temposu en başından sonuna kadar yüksek olan, harika bir romantik komedi filmi, kaçırmamanızı tavsiye ederim :)

10 Eylül 2009 Perşembe

Histeri


Orjinal adı ''The Children'' olan filmimizin tanıtım cümlesi de çok ürkütücü ; '' Bu dünyayı onları siz getirdiniz ama onlar sizi göndermeye kararlı ''.


Noel'i beraber geçirmeye karar veren iki aile çocuklarını da alıp dağ evinde toplanırlar. Eve gelmeleriyle, Pauline isimli ufaklık kusmaya başlar, kendisini kötü hissettiğini söyler ve tüm gece çok garip davranışlar sergiler. Ertesi gün herkes kışın tadını çıkartıp oyunlar oynarken bir anda başlarına çok büyük bir felaket gelir. Pauline'nin oynadığı kızak eniştesinin ölümüne sebep olur. Herkes için güzel tatil günü cehenneme dönüşmüşken, evdeki diğer ufaklıklar da teker teker kusmaya başlarlar ve olaylar gelişmeye başlar. Ufaklıkların hepsi, enfeksiyon kapmışlardır ve bu enfeksiyon yüzünden gözlerini kırpmadan, kendi anne babalarını teker teker öldürmeye kararlıdırlar.

Filmin başından sonuna kadar tansiyon hiç düşmüyor, ufaklıkların oyunculuğu da gerçekten göz doldurucu. Bir annenin kendi çocuğunu bir diğer çocuğu ölmesin diye öldürüşüne şahit oluyoruz filmde. Bir yandan annenin bunalım hali, kendini bir canavar gibi hissetmesi, çocukların henüz 5-6 yaşlarından olmasından dolayı onları öldürmek yerine kendi ölümüne göz yumması gibi bir yandan insanın canını yakan bir çok sahne var ve bence gerçekten güzel bir iş çıkartmışlar. İzlemenizi kesinlikle tavsiye ederim :)

8 Eylül 2009 Salı

Kan Gölü


Steven ve Jenny haftasonu Eden Gölü kıyısına tatile gelirler fakat bir grup serseri tarafından arabaları çalınınca hayal ettikleri güzel haftasonu cehenneme dönüşür. Arabalarını geri alıp uzaklaşırken kaza geçirirler ve arabada sıkışan Steve'i kurtarmak görevi Jenny'e düştüğünden çıkıp yardım aramaya gider fakat geldiğinde erkek arkadaşına 16 yaşındaki çocuklar tarafından işkence edildiğini görür ve tek yapabileceği şey çocuklardan kaçmaktır.


Film boyunca, çocuklar kovalıyor, kız kaçıyor. O kadar küçük çocukların nasıl böyle psikopat ve cani olabileceklerini düşünüp gerçekten çok sinirlenebilirsiniz. İnsan yediremiyor yani bu durumu. Olayı daha da duygusallaştırmak için çok klişe bir olayı daha kullanmışlar ki, Steven bu gezide Jenny'e evlilik teklifi edecekmiş fakat işte zaman bulamadan ölümle burun buruna geldi muhabbeti olmuş. Filmin anlatabileceğim hiç bir özelliğini bulamadım, oldukça sıradan ve zaman kaybı bir film olarak geçti benim tarihime. Sadece yangın sahnesi oldukça dikkat çekiciydi ve kız koşarken ayağına giren metal plaka sahnesi çok iyiydi. Tabi ki sinema göreceli bir kavram olduğundan izleyip kendiniz karar verin derim.

7 Eylül 2009 Pazartesi

Kara Büyü


Sevgili dostum Emirhan'ın '' abi Justin Long oynuyor, seninki, izlemedin mi bu filmi ? Mutlaka izle ! '' demesi üzerine hemen akşamında filmi indirdim ve yaklaşık 10 dk önce de izlemeyi bitirdim fakat gerçekten uykularımı kaçıracak bir film çıktı. Orjinal adı Drag me to hell yani Beni cehenneme sürükle olsa da, biz Türkçe'ye Kara büyü diye çevirmişiz daha açık ve net diye.

Chirstine Brown kendi çapında, geleceği parlak bir bankacıdır ve aynı zamanda dört dörtlük bir erkek arkadaşı vardır, Clay ( Justin Long ). Bir gün Christine bankadayken, yaşlı ve çok enteresan bir kadın kredi borçlarının süresinin uzatılması için Christine'den yardım ister. Fakat yakın zamanda şirketin boş olan müdür yardımcılığı koltuğuna bir eleman seçileceğinden ve Christine de bu seçimin içinde olduğundan, bu durumu patronuna sormaya gider ve kararı kendisinin vermesi gerektiği cevabını alır. Bunun üstüne kalbi ile mantığı arasında kalan Christine sonunda mantığını seçer ve kadının bu teklifini reddeder. Yaşlı kadın buna dayanamaz ve Christine'e saldırıp onu lanetler.

Christine'nin cehennem kapılarından geçmesi için sadece 3 günü vardır. Bu 3 gün içinde de, Lamia isimli lanet kendisini günden güne mahvedecektir..


Gerçekten izlerken yerimden fırladığım çok fazla sahne oldu. Zaten o lanet olası yaşlı kadın filmin başından sonuna kadar size de huzur vermeyecektir emin olun. Sıra geldi Justin Long'a.. Yine sempatik tavırları, muhteşem sevgili karakteri ve tabi ki karşı konulamaz ses tonuyla kendisini gözlerimden kalpler çıkarak seyrettim :)
Filmde gerçekten ürkütücü sahnelerin olmasına rağmen tüm filmin heyecanını kaçıran çok aptal iki sahneye de şahit oldum ki bir tanesi ; keçinin içine giren şeytanın keçi kılığındaki halleri ve keçinin ısırdığı adamın salak saçma tavırları. Yani bu kadar yapmışsınız, gerdiniz ettiniz ama kardeşim yaptığınız filmi hiç mi izlemediniz ? diye sordurtuyor bu iki sahne yapımcılara. Her ne kadar klasik bir kara büyü filmi olsa da, filmin sonuna şaşırabilirsiniz. Çok fazla spoiler verdim film hakkında, en iyisi ben daha uzatmadan gidip seyredin :)

4 Eylül 2009 Cuma

Not : Seni Seviyorum

Dün akşam çok enteresan bir ruh halindeydim ve kendimi bir anda romantik bir film izlemeliyim derken buldum, sanırım durduk yere ağlamanın en kolay yolu olduğu için. İşe de yaradı ve,
filmin başından sonuna kadar hüngür hüngür ağladım.



Bu şekilde girmek istedim konuya çünkü gerçekten de başından sonuna kadar beni o kadar ağlattı ki.. Filmimizin orjinal adı P.S I love you. Başrol oyuncuları Hilary Swank ve Gerard Butler. İkisi de filmin başından sonuna kadar o kadar muhteşem bir performans sergilemişler ki gerçekten dört dörtlük bir film olmuş.

Holly ( Hilary Swank ) ve Gerry ( Gerard Butler ) 9 yıllık evli bir çifttir ve güzel bir evlilikleri olmasına rağmen, Holly her zamana hayattan daha iyisini beklemektedir, bu bekleyişler yüzünden çok sevdigi kocası Gerry'le sık sık tartışmaktadır. Bir gün Gerry beyin kanserinden ölür ve Holly 19'unda evlendiği, ilk erkeği ve aynı zamanda hayat arkadaşı olan Gerry'i kaybederek hayatla neredeyse tüm bağlantısını kopartır. Hayata küsmüş bir şekilde evinde yaşarken 30. yaş günü dolayısıyla ailesi ve yakın arkadaşları ona bir baskın yaparlar. O sırada eve gelen bir pakette Holly'nin adı yazar ve gelen paket ölmüş eşi Gerry'dendir.


Herkesi büyük bir şok sarmışken, her geçen gün Gerry'den gelen mektuplar Holly'i hayata döndürür ve yaklaşık bir sene boyunca bu mektuplarla kendini bambaşka bir oyunun içinde bulur. Olaylar her geçen gün çok daha değişik haller almaya başlar.



Holly'nin gitgelleri, yaşadığı acı o kadar gerçek geliyor ki gözünüze, izlerken kendinizi filmin içinde bulacağınıza garanti veririm.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Lütfen başa sarın




Filmimizin adı Lütfen başa sarın, yani Be kind rewind. Bir Jack Black filmi tabi ki çok eğlenceli bir film :) Jack Black'in olduğu bütün filmler zaten eğlenceli olmak zorunda gibi bir kavram oluştu artık. Gerçekten çok beğendiğim bir oyuncu.


Yüzyıllık bir apartmanda yaşayan ve bir kaset dükkanı olan Elroy Fletcher'ın ( Danny Glover ) dükkanı artık iflas etmek üzeredir ayrıca belediye de apartmanın yaşından dolayı orayı yıkmayı düşünmektedir. Bunun üzerine bir keşif gezisine çıkmaya karar veren bay Fletcher dükkanı yardımcısı Mike ( Mos Def ) 'a bırakır. Fakat Mike'a baş belası arkadaşı Jerry'i (Jack Black) dükkandan uzak tutmasını tembih eder.


Jerry elektrik işleriyle uğraşan, karavanda yaşayan boş bir adamdır ve bir akşam elektrik trafosunu sabote etmeye gittiğinde yüksek dozda elektrikten çarpılarak, manyetik enerji dolar. Ertesi gün dükkana gittiğinde dükkandaki bütün kasetleri bir şekilde enerjisi yüzünden çeker ve tüm kasetler boşalır. Bütün eğlence bundan sonra başlar zaten. Gelen tüm müşterilerin istedikleri filmleri kendileri çekmeye başlayan Jerry ve Mike Hayalet avcıları, Aslan Kral, Robocopp gibi bir çok filmi başrollerinde kendileri oynamak üzere tekrar çekmeye başlarlar.

Tabi bundan sonrası inanılmaz eğlenceli olur :)


Eğlenmek için gerçekten oturup izlenesi bir film, Jack Black'in olduğu filmler zaten beni her zaman güldürür mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. Mos Def'in de oyunculuğu gerçekten izlemeye değer. Çok konuştum sanırım -.-

16 Ağustos 2009 Pazar

Televizyon kanallarında ve dublajlı film izlemekten nefret ederim.

Lanetli Topraklar




Dün gece Fox tv de izledim lanetli topraklar filmini. Meksika'ya tatile giden bir grup Amerika'lı genç orada tanıştıkları Matias isimli bir adamın davetiyle Maya tapınaklarına bir gezi yapmaya karar verirler fakat daha tapınağın önüne gelmeleriyle orada yaşayan halk tarafından saldırıya uğrarlar ve tapınağın en tepesinde mahsur kalırlar. Fakat bilmedikleri bir şey vardır ki, etraftaki bütün sarmaşıklar evrim geçirmiş katil sarmaşıklardır. Böylece bir can pazarı başlar; aşağıda eli silahlı köylüler yukarıda katil sarmaşıklar..

Film televizyonda olduğu için sansür belası peşimi bırakmadı. Fakat ona rağmen güzel efektlere sahipti. Bu güzelliğe rağmen filmin temposunu çok düşük bulduğumdan yer yer gerçekten sıktı. Biraz daha gerilim ve adrenalinli olabilirmiş kanımca. Çünkü bütün filmimiz katil sarmaşıklardan ibaretti.

2 Ağustos 2009 Pazar

Kehanet




Başlamadan önce Nicholas Cage'e seslenmek istiyorum ;
Biraz kilo al ve dökülen saçlarına çare buuul !! Biz seni Face Off 'taki gibi görmek istiyoruz!


Evet şimdi filmimize dönebiliriz :) Sıradaki filmimiz kehanet, nam-ı değer Knowing. Yine Nicholas Cage çok elit bir insan olarak karşımızda, yine bir üniversitede profesör ( John Koestler ). Zaten bu saatten sonra bir zerduştu oynayamayacak kapasiteye geldi adam.. Bir de küçük oğlu var 7-8 yaşlarındaki tam bir canavar, zeka fışkırıyor küçük adamdan ( Caleb ).. 50 yıl önce Caleb'in okulunda bir gelecek kapsülü yapılıyor ve toprağa gömülüyor. Bu kapsülün içine öğrenciler 50 yıl sonrasını nasıl düşlediklerini anlatan resimler çizip koyuyorlar. Fakat Lucinda adında küçük bir kız resim yerine binlerce sayı yazıyor kağıtların üzerine.. 50 yıl sonra çıkarılan kapsülün içinden her öğrenciye bir zarf verilirken bu zarf Caleb'e geliyor ve o da onu eve getiriyor, belki bir parolası vardır düşüncesiyle.. Böyle tesadüfler eseri eve gelen kağıt John'un ilgisini çekiyor ve yaptığı bir araştırma sonucu aslında kağıtta yazan tüm rakamların olacak olan felaketlerin tarihleri olduğu gerçeğini fark ediyor. Çok güzel bir kurgusu var, insan izlerken zevk alıyor.. Fakat en sonunda alaycı bir tebessüm oluştu suratımda sonu gerçek olabileceği halde. Yine de izleyin ve sonuna yorumunuzu kendin getirin tabi ki :) Yine bir Nicholas Cage filmi, yine sağlam bir macera..

Zack and Miri make a porno




Ya bugün canım çok sıkıldı şöyle vasat bir film izleyeyim diyorsanız eğer kesinlikle tavsiye edebileceğim bir film, ''Zack ve Miri porno yapıyor''.


Okul yıllarından beri arkadaş olan Zack ve Miri aynı evi paylaşan, hayatta bir amaçları olmayan, paraları da olmayan boşu boşuna yaşayan insanlardır. Bir gün artık bu durum canlarına tak edince, bir şekilde para kazanmak zorunda olduklarının farkına varırlar ve kısa yoldan nasıl para kazanılır kafa yormaya başlarlar.. O kadar çok kafa yorarlar ki (!) Zack'in aklına porno çekmek gelir. Eğer porno çekerlerse bunu çoğaltıp kısa yoldan çok kolay zengin olabilecekleri düşüncesini Miri'ye de aşılayınca beraber porno film çekmeye karar verirler ve yer yer komik ama saçma bir maceraya atılırlar.
Filmde unutamadığım tek insan kesinlikle Brandon St. Randy rolündeki Justin Long. Hayatımda hiç bu kadar güzel bir ses tonu duyduğumu hatırlamıyorum. Karakterimiz belki de dünyanın en karizmatik ses tonuna sahipse de harika bir gay'i canlandırıyor.. Gerçekten güldüğüm tek sahne Justin Long'un olduğu sahneydi. İnsanın '' böyle ses tonum olsun, gay olmaya razıyım'' diyebileceği bir insan. Tamam beyler sinirlenmeyin, belki de biraz abarttım :P
Netice itibariyle, Justin Long bile filmi kurtarmaya yetmemiş.

Lanetli Ev




Aylar sonra ilk filmimizin adı 2 gün önce seyrettiğim, Lanetli ev nam-ı değer Haunting on connecticut.
Filmin en başında zaten '' gerçek bir hikayeden uyarlanmıştır '' diyerek izleyicilere, her an sizin de başınıza gelebilir ona göre izleyin sinyali veriyor ve ara ara aklına geldikçe tüyleri diken diken oluyor insanın. Aslında yine klasik bir hikaye var. Yeni bir eve taşınan ailenin başına gelen bir dizi korkunç olay, ölüm ve hayat arasında sıkışıp kalmış ruhlar tarafından huzursuz edilmeleri. Ama güzel işlemişler konuyu. Ölen insanların gözkapaklarını kesip onları öbür dünyaya yollamayıp, yaşamda olan her şeyi görmelerini sağlayan bir medyum ve yardımcısı sonucu eve kısılıp kalmış yüzlerce ruh, ailemizi her gün biraz daha korkutuyor, ta ki artık evdeki gençler bu işi çözmek lazım deyip olaya el koyana kadar.. Dediğim gibi, normalde belki çok fazla ürkütmeyecek olan hikaye işin içine ''gerçektir'' damgasını yiyince, oldukça ürkütücü olabiliyor. Fakat tabi ne kadar gerçek olabilir o da var :) Filmin başkahramanı Kyle Gallner kanser hastası bir genci canlandırıyor ve ölüme çok yakın olduğu içinde evdeki ruhları görebilen tek insan.. Hakkını vermek lazım, oyunculuğu gerçekten güzel çünkü o kadar ağır hasta rolü yapmak gerçekten kolay olmamalı.. Boş vaktim var, bir korku filmi izleyeyim yahu diyorsanız, mısırınızı da yanınıza almak şartıyla bir göz atabilirsiniz..
Uzun zamandır yazmayı bırakmıştım fakat ne kadar yanlış yaptığımı fark ettim, ve tekrardan yazmaya başlıyorum bu akşam. İlginiz için çok teşekkür ederim.. :)

16 Şubat 2009 Pazartesi

Koku





Bu filmi duymuşsunuzdur. Kitap uyarlaması olan film, bende büyük bir etki bırakmıştı. Filmden sonra kitabını da okudum ve kücük detaylar dışında kitaba da sadık kalındığını gördüm. Normalde kitaba sadık kalınan fazla film olmaz biliyorsunuz ki. Filmimiz, Jean-Baptiste Grenouille isimli koku duyusu inanılmaz derecede gelişmiş ve bunun aksine diğer duyuları hatta hisleri bile olmayan bir adamın hikayesini anlatıyor. Öldürmenin kötü bir şey olduğunu etik olarak bilemezken, bir suç olduğunun bile farkında değil Grenouille ve her şeyin kokusunu alırken bir gün, kendi kokusunu alamadığını farkedip çok büyük bir hayal kırıklığına uğruyor. Bir şekilde insan kokusunu da alabileceğine inanıp, 1766 Güney Fransasının ünlü parfümcülerinden olan Giuseppe Baldini'nin( Dustin Hoffman) yanında çalışmaya başlıyor. Jean-Baptiste muhteşem karışımlar yapıp Baldini'nin eskimiş şöhretini geri getirirken Baldini'de karşılığında kendisine kokuyu nasıl elde ettiğine dair bilgiler veriyor. Genç Jean-Baptiste, kedinin bile kokusunu çıkartmaya çalışıyor. En sonunda Baldini'den dinlediği bir efsaneden yola çıkarak, insan kokusunu damıtma yönetmini aramaya gidiyor ve esas hikayemiz de zaten bundan sonra başlıyor. Jean-Baptiste durmadan cinayetler işlemeye başlıyor. İşlediği cinayetler genç ve güzel kızlara yönelik oluyor. Bu filmi mutlaka izlemenizi öneririm. İnsanın kanını donduracak nitelikte güzel ve bir o kadar sert bir hikaye. Eminim film bittikten sonra gerçekten de bu yöntemlerle insanın kokusunun çıkartılıp çıkartılmayacağını merak edeceksiniz :)

31 Ocak 2009 Cumartesi

Passengers


Acemi Prenses'te izlediğimiz güzelimiz Anne Hattaway artık genç bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Passengers, yani yolcular filmi aslında gerilim diye geçmiş kayıtlara fakat ben hiç gerilim kavramına sokulacak bir şey bulamadım. Daha çok psikolojik bir film. Bir uçak kazasından sağ kurtulan 6 yolcunun psikolojisini düzeltme görevini Hattaway'a veriyorlar ve o da seanslara başlıyor. Fakat yolculardan Eric(Patrick Wilson) seansları reddedip evde seans yapmalarını istiyor. Sıradışı bir hasta olan Eric, Hattaway'a çok ilginç anlar yaşatıyor ve en sonunda doktorluğun etik kurallarını bir kenara atıp, hastasıyla ilişkiye başlayan Claire Summers bir yandan da kendi içinde çatışmalar yaşamaktadır. Aslında psikoloğumuz Hattaway'in aslında çok farklı bir yolculukta olduğunu farkedince gerçekten çok şaşıracaksınız. Şahsen, olayları anladığım zaman, ''hadi beeeeeeeeeeeeeeee'' dedim ve ağzım açık kaldı. Temposu bazı yerlerde yavaşlayan film, başladığı kadar hızlı gelişmese de en sonu olayı toparlıyor.

Alacakaranlık | Twilight


Vampirler, oldum olası en çok ilgimi çeken -hatta tek bile diyebiliriz - fantastik karakterlerdir. Vampirlerle ilgili filmler olsun kitaplar olsun çoğunu izlemişimdir/okumuşumdur. Hala da öyle devam eder. Fazla çekici geliyor vampirler bana ve karşımızda da harika, aşk kokan bir vampir filmi var, Twilight nam-ı değer Alacakaranlık. Stephanie Meyer isimli süper hatun tarafından kaleme alınan Alacakaranlık, bu sene de beyaz perdeye aktarıldı. Yazar kitabı seri haline getirip, Yeni ay ve Tutulma'yı da okuyucuların beğenisine sunarken, 4. kitabı da şu anda yazmaktaymış.
Filme gelince, Cullen ailesi Washington'un Forks kasabasında yaşayan büyük bir ailedir. Phoneix'te annesi ile yaşayan Bella'da Forks'a babasının yanına taşınmak zorunda kalmıştır. Okulun ilk günü Cullen'lar gözüne çarpar fakat Bella tüm okulun gözüne çarpmıştır. Biyoloji dersinde sadece Edward Cullen'ın yanında boş koltuk olduğundan oraya oturan Bella, Edward'ın hiç de arkadaş canlısı olmayan tavrı ile karışlaşır. Zamanla gelişen olaylar, Cullenların aslında vampir olduğunu fakat sadece hayvan avlayan bir tür olduklarını açığa çıkartır. Edward vampir bile olsa, Bella ona geri dönüşü olmayacak şekilde aşık olmuştur ve bu aşkın karşılığını almadan da Edward'ın peşini bırakacak gibi değildir.. Kitap ile neredeyse birebir örtüşmüş bence film. Arada tabi ki bazı yerleri atmış, bazı yerlere de ekleme yapmışlar ama en azından benim hayalimde canlandırdığım her şey beni şaşırtmadan filmde karşıma çıktı. Eğer vampir filmleri ilginizi çekiyorsa, izlemenizi tavsiye ederim.Van Helsing kadar heyecanı,adrenalini kesinlikle beklemeyin ama hem eğlenceli hem heyecanlı güzel bir film izleyeceğinizi söyleyebilirim.

A walk to remember


Love is like the wind. You can not see it but you can feel it..
Zaten içinde geçen şu cümle ile 1-0 önde başlıyor film benim için .) Filmimiz 2002 çıkışlı, o zamanlar Mandy Moore'nin küçücük olduğunu görüyoruz. Aslında genel olarak bakarsak, gayet klasik bir hikayesi var. Küçük bir kasaba da ilkokuldan beri aynı okulda olan Jamie ve Landon birbirlerinden hiç haz etmezler. Landon okulun en popüler çocuğu, Jamie ise bir o kadar içine kapanık biridir. Fakat okulun drama kulübünde yer alır, kilise korosunda şarkı söyler. Babası da kasabanın pederidir. Bir gün Landon'un aldığı bir ceza sonucu Jamie'ye işi düşer ve işler gelişmeye başlar. Landon'un farkında olmadığı tek şey, ''sıkıcı,asosyal,mutasıp'' Jamie'ye gittikçe aşık olmasıdır.. Tabi ki demirbaşlardan olan soundtrackler de filmden derinden etkilenmemize sebep oluyor . Özellikle Landon araba da yalnız başına gözü yaşlı olarak giderken bir anda giren Switchfoot - You şarkısı filmde gözyaşlarımı ilk kez akıttığım sahne olmuştu. Ah, evet bu filmde çok gözyaşı döktüm. Eminim siz de dökeceksiniz :) İzlemeye değer bir aşk filmi.

The Curious Case of Benjamin Button


Harika konulu bir filmimiz var elimizde. Türkçe karşılığı
''Benjamin Button'un Tuhaf Hikayesi''. Evet, yukarıdaki fotoğrafta bulunan insan eminim pek de yabancı gelmiyordur. Kendisi Brad Pitt. ''Yaşlı'' halde dünyaya gelen Benjamin Button, büyüdükçe gençleşiyor filmde. Normal insan hayatının tam tersini yaşıyor anlayacağınız. 6-7 yaşlarındayken bir büyükbabayı andırıyor, fakat yaşı büyüdükçe, görünüşü küçülüyor ve bildiğimiz yakışıklı Brad Pitt'e dönüyor. Tabi iş böyle olunca filmde boyut değiştiriyor. Filmde Pitt'e Yüzüklerin Efendisi'nin Galadriel'i yani Cate Blanchett eşlik ediyor.Bence çok ilgi çekici bir film olmuş. Henüz izleme fırsatı bulamadım, fakat bir sorun çıkmazsa yarın izleyeceğim. Bu arada ülkemizde 6 Şubat 2009'da vizyona girecek. İzledikten sonra, bakalım reklamını yaptığıma değecek mi göreceğiz .)

Sinema Aşkı

İşler yolunda giderse, bir sene içinde mutfağına da iyice gireceğim sinema, televizyon hakkında bir blog oluşturmak ve izlediğim filmler hakkında fikirlerimi yazmaktır buradaki amacım. Film izlemek benim için bir hobi olmayı aşalı çok uzun zaman oldu. Sadece ''zaman geçirmek için'' film izlemek değil artık olay. Filmin içindeki her şey ile ilgileniyorum.. Belki hiç birinizin farketmediği figüranların Türkiye'de o işi 25ytl'den yaptığını biliyor musunuz ? Üstelik saatler öncesinden sete çağırılıp, işi bittiği halde saatler sonra gönderiliyorlar. ( evet, yaptım oradan biliyorum ben de.) Ülkemizde, çalışan insana ne kadar değer veriliyor orası tartışılır ama televizyon ve sinema sektöründe eğer ekipte ya da filmde diyaloglu olarak rol almıyorsanız emin olun hiç bir değeriniz yok. ''İnsana değer'' diye bir kavram yok. Diğer oyuncalara olan saygı da zaten tamamen yapmacık bir şey. Halbuki insanlar çekecekleri filmleri nefretle, öfkeyle değilde, işin zevkine varararak çekse, eminim filmlerin kalitesi bile yükselir. Mesela Fatih Aksoy'dan setteki ekip çok çekinir. Çünkü çok çabuk sinirlenip, aşırı parlayan bir insan sette. Bu onun disiplini mi, doğru mu yanlış mı eminim ki hepimizden farklı görüşler çıkar bu konuda ama pek de hümanist bir insan olmadığım halde, adam gibi muamele görmek herkesin hakkıdır. Çünkü kimse kimseden üstün değildir. Bunun yanında, Aşk Tutulması filminin yönetmeni Murat Şeker sette o kadar eğlenceli ki. Belki de bu tamamen kişinin ekibiyle olan samimiyetiyle alakalı olan bir şey ama o sette de herkes gayet disipli olduğu halde aynı zamanda da ilişkileri gayet sıcak. Mesela Sultan ahmet'te tarihi bir restorantta yapılan çekimde, masada oturan figürasyonun yeterince gülmediğini görünce, '' abi bu gecenin sonunda 300 Ytl girecek götüne, bırak bari verdiğin paraya değsin gül, eğlen '' diyerek hem FGR(figürasyon)'ye ne yapması gerektiğini söylemiş, hem de yorgun düşmüş seti güldürmüş, moralleri yükseltmişti. Anlatmak istediğim şey anlaşılmıştır sanıyorum. Ben istediğim bölümden mezun olduğumda, eğer bir gün yönetmenlik yapmaya karar verirsem, o zaman bu dediklerimi teoride değilde, pratik de açıkca görürsünüz zaten :)
Hadi artık filmlere geçelim :)