23 Nisan 2012 Pazartesi

Ölüm Hastalığı

Bugün size bir tiyatro oyunundan bahsetmek istiyorum, "Ölüm Hastalığı". Ölüm hastalığı, Marguerite Duras'ın çok güzel bir kitabı. Yakın dostlarımdan Fırat Uran, kitabı tiyatroya uyarlayarak, bize görsel bir şölen hazırladı. Başrolde ise en yakın arkadaşım model Gizem Barlak oynuyor. Erkek başrol ise, yetenekli oyuncu Kutay Kunt.  Ölüm Hastalığını bu kadar sahiplenmemin sebeplerinden biri en yakın dostlarımın işi olması ve diğeri de bu projeyi Fırat'la kısa film olarak uyarlama çalışmalarımız :) Oyun 9 - 11- 17 Mayis - Mekan Arti 'da . 
Rezervasyon için: 0212 224 57 56 numarasını arayabilirsiniz. 
Ben 3 oyunda da orada olacağım, sizin de kaçırmamanızı tavsiye ederim!

4 Nisan 2012 Çarşamba

Marjane Satrapi Söyleşisi - İKSV



Pazartesi Atlas Sinemaları'ndaki Yalnız Kalpler filminden 15.35 gibi çıkıp Atlas'tan Şişhane'ye koşarak gittim! Ayağımdaki topuklu ayakkabılar beni çok yorsa da Marjane Satrapi söyleşisine yetişince koştuğuma değdi :)

İçeri girdiğimizde hiç takdim edilmeyi beklemeden sahnedeki masaya oturdu ve bize ilk sorusu şu oldu; "Türkçe mi konuşayım yoksa İngilizce mi?" Hepimiz bir şaşırdık falan ama Türkçesi İngilizcesi kadar iyi olmadığından daha yavaş olacağından, İngilizceyi seçtik ve söyleşi başladı.

Satrapi bize sinema yapmayı aslında hayatı boyunca hiçbir zaman düşünmediğini, hayatında her zaman değişik bir şeyler peşinde koştuğunu ama bunun hiç sinema olacağını düşünmediğini söyledi. Babası gibi mühendislik fakültesine gidip 6 ay sonra "burası benim hayatımın sonuna kadar çalışacağım yer olamaz" diyerek ayrılıp sanat okuluna gittiğini anlatarak devam etti. "İran hakkında çok fazla ön yargılar olduğunu biliyorum, siz de Türkiye'de yaşayan bir halk olarak bunu çok iyi bilirsiniz ve ben bu ön yargıların aslında doğru olmadığını, orada doğmuş bir insan olarak gerçeğin ne olduğunu göstermek isteğiyle "Persepolis"i yazdım ama basıldığında yüz kişinin anca okuyacağını falan düşündüm." Persepolis'in üstün başarısından sonra o da şok olmuş. Yıllar sonra bir yapımcı gelip Persepolis'i film yapmak istediğinde kesinlikle reddetmiş ama tüm dedikleri kabul edilince daha fazla direnememiş.

"Yüzlerce insanın benim emrimde çalışıyor olması o kadar sıkıntılı bir duyguydu ki, her akşam Tanrı'ya hepsi ölsün lütfen diyordum" diye tatlı bir kahkahayla sözlerine devam ediyor. "Sözlerimi o kadar ciddiye alıyorlardı ki, espri bile yapamıyordum!" Buradan sonra sinema olsun, animasyon olsun bu tür işlerin hepsinin çok kolektif olduğunu, kesinlikle tek başınıza yapılamayacağından bahsetti. Bir ayda tam 9650 tane çizimin üzerinden geçmiş ve "o kadar sıkıntılı bir dönemdi ki, animasyon yapımı aynı maraton koşmaya benziyor, ama normal filmler 100 metre koşusu gibi. Tempolu koşmalı, düzgün nefes almalı, gücünüzü bir kerede tüketmemelisiniz, biz de bunu yapmaya çalışarak çalıştık Persepolis'de".

Persepolis'in başarısından sonra yeni bir film çekmek istediğinde yapımcılar ondan yine aynı formatta animasyonlar istemiş ve Amerikalıların filmin içinde hep bir ders verme istediği bulundurduklarını ama her filmin ders vermesi gerekmediğini söyleyip, özellikle "Juno" filminin ne kadar yanlış bir örnek olduğundan bahsetti.

"Neyi anlatmak istiyorsanız onu anlatın, unutmayın ki sinemanın en büyük farkı derdinizi anlatmanız için bir dildir. Düz bir yapı değildir, sizin elinizde istediğiniz gibi şekillenebilir, ne söylemek istiyorsanız ona odaklanın."

Soru cevap kısmına geçmeden önce İran'dan ayrılıp Fransa'da yaşamasıyla ilgili çok güzel bir cümle kurdu; "eğer bir erkek olsaydım şöyle anlatabilirdim bu durumu: İran benim annem, Fransa ise benim karım. Annem ne olursa olsun, ne kadar çılgın, sinirli ya da otoriter olsa da benim her zaman annem ve onu değiştiremem, her haliyle de severim içten içe ama karım ile anlaşamıyorsak onu boşayıp yeni bir eş edinebilirim. Bu yüzden Fransa'da yaşıyor olmam bu kadar büyük bir sorun değil. Şimdi Fransadayım ama belki de İstanbul'da, Chicago'da yaşarım. Bu büyük bir olay değil benim için."  Bu konuşmasından sonra aklıma bizim atasözümüz geldi, "doğduğun yer değil doyduğun yer".

Söyleşiyi 1.5 saattir sigara içmediğini ve artık fenalık geldiğini söylerek bitiren Satrapi, bizi kırmayıp tek tek fotoğraf çektirip salondan öyle ayrıldı. Tek kelimeyle harika bir kadındı. Eğlenceli, esprili, ağzı da oldukça bozuk ama her şeyin ötesinde çok sıcakkanlıydı. Yeni filmi "Azrail'i beklerken"'i kaçırmayın derim!


5 Nisan 21.30 - Rexx
Kötü çekilmiş bir fotoğrafımız oldu :/

2 Nisan 2012 Pazartesi

Terence Davies Söyleşisi - İKSV

İstanbul Film Festivali ilk söyleşisini, festivalinde açılış filmi olan "Aşkın Karanlık Yüzü"'nün yönetmeni sevgili Terence Davies ile yaptı. 31 Mart Cumartesi günü saat 16.00'da İKSV salonun önünde toplanmış söyleşinin başlamasını beklerken, çok bekletmeden içeri aldılar. Bay Davies, bir kenarda oturmuş bizim yerleşmemizi bekliyordu ve gerçekten inanılmaz sempatik bir adamdı!
Gelelim söyleşiden notlara; bu söyleşinin adı, sinemada belirsizliğin keyfi ve tehlikeleri idi ve buna dair bize üç tane örnek izletti. 
Size Terence Davies'in hayatından yazı boyunca bahsedeceğim. İlk olarak gerçekten "Aşkın Karanlık Yüzü" Davies'in kendisi kadar naif ve zarif bir film. Yani adama baktığınızda filmden büyük parçalar görebiliyorsunuz çünkü kendisi de çok kırılgan duruşlu biri.
Cümlelerine ilk olarak sinemanın anıları yakaladığını söyleyerek başladı. "Anı donduran, anıları yakalayan bir mekanizma sinema" dedi ve buradaki belirsizliklerin çok önemli ve adeta köşetaşları olduğundan bahsetti. 
John Ford'un Teksas 1886'sının açılış sahnesi ile başladık bu belirsizliği izlemeye ve daha sonra Venedik'te Ölüm'den bir sahne ve son olarak "Cries & Whispers"dan izlediğimiz kesit ile bize belirsizlik derken neyi kast ettiğini net olarak açıklamış oldu.


"Sinema düz bir yapı değil" diye devam etti sözlerine. "Müzik gibi, alt yapısı farklı bir dünya" dedi ve bunları söylerken o kadar heyecanlıydı ki, gerçekten kendisinin de dediği gibi küçük bir çocuk gibiydi.


Yavaştan sorular gelmeye başladı ve bir kaç tanesini ben de yazacağım çünkü bu söyleşi bir sinema dersiydi. Bir izleyici kendisine kağıt üzerinde belirsizliği yakalayabilme şansınız oluyor mu? Mümkünse nasıl yakalıyorsunuz? dedi. Davies'de storyboard hiçbir zaman yapamadığını çünkü buna yeteneği olmadığını fakat bir sahnedeki her şeyi en ince detayına kadar kağıda döktüğünü ve okuduğunda her şeyin gözünün önüne geldiğini söyledi. "Gördüğün her şeyi tabi ki kağıda aktarman imkansız bir şey, sadece zor bir sahnede aktriste rehberlik yapabilirsin başka bir şey yapamazsın."


Başka bir soru ise son filmi Aşkın Karanlık Yüzü için geldi. "Oyuncuları nasıl bu moda soktunuz?" Davies bunu şöyle cevapladı, "modu günlük değil, shot shot ayarlaman lazım. Bazı günler modumuz çok düşük olduğunda çekime başlamıyordum. İngilizlerle çalışmak zaten çok zor! (Kendisi de bir İngiliz ve gülüyor burada) Bir filmi çekerken iç gözünle görmen lazım, bu şekilde rehberlik yaptım oyunculara ve bu yüzden iyi olacağını biliyordum. Ama bir yandan da oyuncuları deneysel özgürlüklerinde serbst bıraktım. Asla bu şekilde olmak zorunda demedim. Ama kafamda uymayan bir doğaçlama olursa ortada, o zaman müdahele ettim. Bu yüzden bizim filmimiz böylesine içten oldu. Eğer sahnenin anlamını bilirseniz, ne çekeceğinizi de bilirsiniz."


Her seferinde şunu özellikle vurguladı," bir işi yaparken içinizde tutku ve espri anlayışı yoksa gerçekten işiniz çok zor. Böyle insanlara da rastlarsanız, uzak durmalısınız."


Daha sonra tekrardan "Aşkın Karanlık Yüzü"  hakkında konuşmaya başladık ve bize anlattıklarına göre, her filmden önce ona dair bir görüntü(look) oluşturmaya çok dikkat ederim ve bu sefer 1950'leri anlatıyorum ve ona dair bir ortam yaratmam lazım. Bulduğumuz mekanla ilgili, ışıksal look'u vermek için birkaç deneme çekimi yaptık ve sadece bir lambayla işimizi halledince buranın bizim mekanımız olduğunu fark ettik. Zaten filmin geçtiği evin sahibi 60 senedir orada oturuyormuş ve içerisindeki hiç bir şeye dokunma gereği bile duymadık, zaten istediğimiz retro görüntüyü bize sağlamıştı."


Bunların devamında Davies nasıl yönetmen olduğunu anlattı, " bir cuma günü eve geldim ve televizyonda BBC açıktı, bir program vardı ben de oraya senaryomu yolladım ve 6 ay sonra beni arayıp senaryomu çok beğendiklerini, benimle yönetmen olmam koşuluyla çalışmak istediklerini söylediler. O an ki şokumu unutamam, çünkü daha önce hiç yönetmenlik deneyimim olmamıştı!!"  Bu lafının üzerine kendisine ben bir soru sordum ve benim de sinema okulunda okuduğumu, 3 senedir burada olmama rağmen hala her çekimden bir gece önce karnıma ağrılar girdiğini, uykusuz kaldığımı, yarının altından nasıl çıkacağımı bilemediğimi, kendisinin bu durumu nasıl aştığını sordum. O da bana hiç bir zaman bu durumu aşamayacağımı, tam tersi bu stresin her geçen gün daha da çoğalacağını söyledi! :) Bu, işi ciddiye aldığımızın bir göstergesi olduğundan aslında çok iyi bir şeymiş. Daha sonra çok güzel bir şekilde benimle konuşup, hiç bir şeyin imkansız olmadığını, iyi bir çalışmayla her şeyin altından kalkabileceğimizi söyledi. 


Başka bir konuk filmindeki müzikler ile ilgili bir soru sordu ve kendisi de bazen bir sahneyi bir müziğe göre yazdığını ve o müzik için çok büyük telif ödemek zorunda kalabileceklerini bildiği halde ısrarla küçük bir çocuk gibi ben bunu istiyorum!! diyerek tutturduğunu söyledi. Diyorum ya, o kadar sempatik bir adamdı ki, kesinlikle orada olmalıydınız!! Müziklerden bahsederken, yine anılara döndü ve bir kokunun bazen sizi geçmişe götürdüğünden bahsetti. Bunun üzerine kendi annesinin vefatı ve annesine olan aşkını anlatırken gözleri doldu, sesi titredi, sustu. Sanırım tüm salon o anda ona sarılmak istedik :) 


Netice itibariyle, önümüzde dört tane projesi varmış, bir kaç tanesi uyarlama olmak üzere çalıştığı yeni projeler için heyecanından bahsetti ve tam bir ev düşkünü olduğunu, evinden hiç çıkmak istemediğini, özel hayatında çok sıkıcı bir insan olduğundan bahsetti :) Bütün bunlardan bahsederken bize kendini çook sevdirdi!



Aşkın Karanlık Yüzü Terence Davies'in festival kapsamında gösterimde olacak çok güzel bir filmi. Bir gösterime kendisi de katılıyor. Mutlaka gidip filmi görmenizi tavsiye ederim. Yarın film hakkında da bir eleştiri yazacağım ve yarın 16.00'da yine salon İKSV'de Persepolis'in yaratıcısı Marjane Satrapi ile birlikte olacağız! 

1 Nisan 2012 Pazar

31. İstanbul Film Festivali Açılış Partisi



Şimdi size 31 Mart gecesi olan İstanbul Film Festivali Açılış Partisinden bahsetmek istiyorum. Cuma akşamı, arkadaşım model Gizem Barlak ile birlikte hazırlanıp Roxy'de gerçekleşen İstanbul Film Festivali Açılış Partisine gittik. Kalabalık sokağa taşmıştı ve herkesin çok eğlendiği belliydi. 


Gecede Özgü Namal, Meltem Cumbul, Rıza Kocaoğlu gibi bir çok ismin yanı sıra ünlü fotoğrafçı Mehmet Turgut'ta bulunmaktaydı. Geceye girdiğimiz gibi önce klasik fotoğrafımız çekildi ve gecenin devamında hatıra olarak verdiler :)


Gece boyunca canlı müzik yapan grup gerçekten çok iyiydi, herkes çok eğlendirdiler. 


Açıkcası bu güzel gece için söyleyecek çok fazla şey yoktu. Bir çok arkadaşımıza rastladık, beraber dans ettik, şarkı söyledik, bol bol da içtik! Çok güzel bir açılış yaptı İstanbul Film Festivali. Bir kez daha hoşgeldi, sefalar getirdi!!

23 Mart 2012 Cuma

Gri Kurt - The Grey

Bu akşam sizlere vizyona yeni giren bir filmden bahsedeceğim, Türkçe'ye "Gri Kurt" olarak çevrildi, "The Grey".

Alaska'ya çalışmak üzere giden bir grup işçinin bulunduğu uçak kötü hava koşulları yüzünden çakılır ve sağ kalan yedi kişi, etrafta kardan başka hiçbir şeyin olmadığı, nerede olduklarını bilmedikleri bir bölgede doğaya karşı güçlü bir savaş vermek zorunda kalırlar. En büyük ve belki de tek düşmanları kurtlardır çünkü düştükleri bölge kurtların alanıdır ve onlardan kaçarken bir yandan da beslenmeli ve soğuktan donmamaları lazımdır.

Filmin yönetmeni, Joe Carnahan ve başrolde de Star Wars serisinden Qui-Gon Jinn olarak tanıdığımız Liam Neeson var.

Açıkcası ben filmi beğenmedim. Hatta gayet zaman kaybı gibi geldi. Sırf vizyona yeni girdiği için ve internette "Liam Neeson bu role hazırlanırken gerçek kurt eti yiyerek hayvanseverleri kızdırdı" gibi haberler okuduğumdan merakımdan seyrettim ama beklediğim gibi vasat bir şey çıktı.
Şöyle ki, başkarakterimiz John Ottway(Liam Neeson) uçak düşerken üç kişilik koltukta tek oturuyor ve yatarak, üç koltuğunda kemerini kendine bağlıyor. Fakat uçak düştükten sonra kendisini uçaktan uzakta, tek başına ( yanında ne düştüğü koltuk ne bir şey ) uyanırken görüyoruz. Daha sonra kaza yerine gittiğinde, koltuğa tek kemerle bağlı diğer arkadaşı ölümüne bağlı bir şekilde bağırırken görüyoruz. O adam tek kemerden çıkamamışken, bizim kahramanımızın nasıl üç kemeri de çözülmüş de uçaktan farklı bir yere düşmüş?
Daha sonra uçaktan tam yedi tane adam tabiri caizse sapasağlam çıkıyorlar. Yani biraz daha yaralayabilirdiniz değil mi o adamları ? Yedi tane erkek baya taş gibi o paramparça olmuş uçaktan çıkıyorlar. Bu kadar çok kurtulan sayısı da saçma geldi.
Fakat uçağın içinde bir arkadaşlarının son nefesini verme sahnesi cidden hoşuma gitti, adam resmen yaşadı yani oyunu verirken.
Gelgelelim karakterimize ilk kez kurt saldırma sahnesine. Leş yiyen bir kurtu kovalamak için cengaver gibi üzerine yürüyüp "hoşt,git" falan diye bağıran Ottway'e haliyle kurt saldırıyor ama o kadar kötü, o kadar yalan bir saldırma ki ben önce ayı saldırdı falan zannettim. Hatta ayı bile olabilir sayın okurlar o yaratık, inanın hala çözebilmiş değilim. Ama ısırık falan cidden Fetih 1453'teki domuz avı sahnesi kadar kötüydü.
İlk gecelerindeki kurt sürüsü ziyareti çok daha güzel bir şekilde çekilebilirdi şüphesiz. Karanlıkta bir anda çift çift gözler parlıyor ve Ottway eline bir ateş alıp diğerlerine diyor ki, " direkt olarak gözlerine bakın, sakın gözlerinizi ayırmayın". Onun bu lafından sonra internette kurtlarla ilgili ayrıntılı bir araştırma yaptım ve bulduklarım arasında şu vardı; " asla bir kurdun gözlerinin içine direkt olarak bakmayın, çünkü eğer bir alfa(kurt sürüsünün başı) ise bunu bir hakaret olarak algılayıp size saldırır. Hadi bunu geçtik, benim bildiğim kurtlar ateşten korkar. Yine yaptığım araştırmalarda kurtların içgüdüsel olarak ateşten korktuğunu öğrendim. Filmde sık sık ateş yaktılar hem geldiklerini görebilmek hem de ısınmak için ama kurt saldırlarının çoğu hep ateşin yanında oldu. Hatta adamın biri meşalesini kara gömmüş hemen yanına tuvaletini yaparken, bir kurt üzerine uçtu falan. Bu hayvanlar ateşten korkuyor, nasıl bu kadar yakındaki ateşi göz ardı edip de geliyor oralara? Saçma.
Karakter öldürme sırasının yanlış olduğunu da düşünüyorum. Bizim sinema derslerinde öğrendiğimiz bazı kemik kurallar var. Bunları uygulayıp uygulamamak tabi ki size kalmış ama gerçekten iyi bir şey yapmak istiyorsanız o belli kurallara uymanızda fayda var. Bu kurallardan bir tanesi de, eğer karakteriniz bir karşıt karakter değilse, mutlaka sevilebilir özellikleri olan bir insan olmalı. Yani izleyici karakteri sevebilmeli. Gerek dış görünüş, gerek tavırlar, düşünceler vs. Benim de film boyunca en sevdiğim karakteri daha uçak düşümünden çok yakın bir süre sonra öldürmesi bir kere rahatsız etti beni. Tabi şimdi "senin keyfine göre mi hareket edecekler, ya ben onu değil de başkasını sevdiysem nereden bilecek adamlar" gibi şeyler söyleyebilirsiniz ama inanın öyle değil. Yani filmi izlerseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Ölen karakterin üzerine çok daha fazla gidilebilir, daha sonra daha heyecanlı bir şekilde öldürülebilirdi. Ama o karakterin öldüğü sahneden bir olay vardı ki, filmin en güzel yeriydi. O da karakterden akan kanların kurdun birinin patisinin içine dolması ve yerde kıpkırmızı bir pati izi çıkması. Gerçekten yönetmenden bekleyemeceğim kadar güzel bir sahneydi.
Olmadık yerlerde, tam rahatlamışken bir anda kurt saldırması falan güzeldi, tabi olması gereken buydu zaten filmin başka bir konusu yoktu ama en sonda da artık final sahnesinde Alfa kurdu o kadar çok bekletmişler ki,  hayvan resmen karakterlerin hazırlanmasını falan bekliyor saygıyla.

Netice itibariyle film içinde mantıksal olarak hatalar olduğunu düşünüyorum ve çekim kalitesi de çok iyi değildi. Bazı yerleri gereksiz uzundu, sıkıyordu. Ben beğenmedim. Gidecekseniz yazdıklarımı okuyup gitmenizde fayda var :)

22 Mart 2012 Perşembe

Bilet Çılgınlığı

İstanbul Film Festivali biletlerimi bugün aldım. Biraz çok oldular, boynuma dolayıp atkı yaptım.

19 Mart 2012 Pazartesi

Les Misérables

Şimdi size taa Ocak 2013'te vizyona girecek bir filmden bahsetmek istiyorum, ben görünce heyecanlandım maksat aklınızın bir köşesinde bulunsun :)

Ünlü usta Victor Hugo'nun romanı Sefiller, 2013 yılında tekrardan sinemaya aktarılıyor ve inanılmaz bir oyuncu kadrosuna sahip! Şöyle ki, başkahraman Jean Valjean'ı yakışıklı Wolverini'imiz Hugh Jackman canlandırıyor. Fakat Jackman ile bitse iyi, kadroda Anne Hathaway, Russel Crowe, Helena Bonhem Carter, Amanda Seyfried ve "Borat", "Bruno" en son da "Hugo"'da aksak tren görevlisi olarak gördüğümüz Sacha Baron Cohen oynuyor. Yönetmen koltuğunda ise "The King's Speech" filmi ile kendini Akademi'ye ispatlamış ve en iyi yönetmen Oscar'ını almış Tom Hooper var.

Sefiller daha önce 1995 yılında Jean-Paul BelmondoMichel Boujenah ve Alessandra Martines, 1998 yılında  Liam NeesonGeoffrey Rush ve Uma Thurman ile beyaz perdeye uyarlanmış, 200 yılında ise  Gérard DepardieuChristian Clavier ve John Malkovich ile mini dizi şeklinde televizyonda oynamıştır.



Bakalım bu sefer ki yeni kadro ile nasıl bir şey gelecek başımıza :)

17 Mart 2012 Cumartesi

Dark Shadows

Sonunda Tim Burton amcamız bize çok seveceğimizi düşündüğüm bir film ile döndü! Tim Burton her seferinde dile getirdiğim gibi zekasına ve yeteneğine hayran olduğum bir adamdır ve yine Johnny Depp'li, Helena Bonhem Carter'lı her zamanki gibi gotik temada bir film yapmış, Dark Shadows.. Film daha önceden dizi olarak yayımlanmış bir proje. Hatta 1966-1971 yılları arasında 5 sene boyunca oynamış. 
Hikayemiz şöyle, Barnabas Collins, köklü bir İngiliz ailesinin oğludur. Victoria Winters ile olan büyük aşkını kıskanan bir cadının yaptığı büyü yüzünden, vampire dönüşür ve bir tabut içinde lanetlenmiş olarak toprak altına gömülür. Tam 200 yıl sonra, şans eseri tabut bulunur ve Collins, çağdışı bir vampir olarak hayata geri döner. Yaşadığı eve gitmeyi ve sevgilisini bulmayı amaçlayan Collins, kötü cadı Angelique'den kurtulabilecek midir?
Dark Shadows'ta çok fazla tanıdık yüz var. Demirbaşlar Johnny Depp ve Helena Bonhem Carter'ı geçersek, Hugo ile son zamanlarda adından sıkça bahsettiren geleceğin yıldızlarından olduğuna inandığım Chloe Grace Moretz'i evin kızı olarak görüyoruz. Bu kız gerçekten henüz 15 yaşında olmasına rağmen, oyunculuktaki yeteneğini çok güzel ispatlamış bir aktris. Geleceğinin de çok parlak olduğunu düşünüyorum. Bir diğer yeteneğimiz ise, Trainspotting'den çok iyi tanıdığımız, nam-ı diyar Sick Boy Johnny Lee Miller. Onu da ekranlarda görmeyeli uzun zaman olmuştu ve Tim Burton ile dönüş yapması gayet güzel olmuş. Michelle Pfeiffer'i evin annesi olarak, güzel oyuncu Eva Green'i ise, kötü kalpli seksi cadı olarak izleyeceğiz. Film 18 Mayıs'ta Türkiye'de de eş zamanlı gösterime girecek diye bekliyoruz. 

dark shadows official trailer (hd) | izlesene.com




Bir kaç tane de fotoğraf paylaşalım Dark Shadows setinden,



Bu da 1966 yapımı Dark Shadows ailesi.





Drama İstanbul Film Atölyesi Başlıyor!






Sevgili okuyucular, aklınızda senaryo fikirleri, elinizde yazılarınız ya da bu işe ilginiz varsa, çok güzel bir fırsatınız var!

Drama İstanbul Film Atölyesi, yeni dönem çalışmalarını 7 Nisan’da başlatıyor. Atölye, Haluk Ünal’ın yönetmenliğinde bu dönemde de yazar adaylarına hikayelerini geliştirme, TV’ye ya da sinemaya aktarma olanağı sunacak.
Senaryo yazmak isteyen; bir fikri, bir hikayesi olan yazar adaylarına önce temel tasarım bilgisi sunan, sonra da hikayelerini gelişitirmeleri için ‘yol arkadaşlığı’ yapan Drama İstanbul, yeni dönem atölye çalışmalarını 7 Nisan 2012, Cumartesi günü başlatacak. Drama İstanbul kurucusu, yazar, senarist ve yönetmen Haluk Ünal’ın gerçekleştireceği atölye, tıpkı batıdaki örnekleri gibi Türkiye’deki film ve dizi sektörüne taze kan kazandırmayı amaçlıyor.

Senaryo yazmak isteyen, bir fikri, bir hikayesi olan herkese açık atölye çalışmaları; 8 haftalık Temel Hikaye Tasarımı ve 8 haftalık Senaryo Geliştirme başlıkları altında gerçekleştirilecek. Bu çalışmalar sonucunda seçilen fikirler ve geliştirilen hikayeler, Drama İstanbul’un portfolyosu içinde değerlendirilerek, Türkiye’nin önde gelen yapımcılarına da sunulacak.

Atölyelere katılım için ayrıntılı bilgiye www.dramaistanbul.com.tr 
adresinden ulaşılabilir.

15 Mart 2012 Perşembe

31.İstanbul Film Festivali hakkında




İKSV'nin düzenlediği çok sevgili 31.İstanbul Film Festivali 31Mart - 15 Nisan tarihleri arasında başlıyor. Biletler lale kartlılar için satışa çıktı. Normal satışlar 17Mart'ta çıkıyor. Biletlerinizi Biletix'den veya sinema salonlarından alabiliyorsunuz. Bu sene gösterimler diğer yıllar olduğu gibi, Kadıköy Rexx, Beyoğlu, Fitaş ve Atlas, Nişantaşı Cities, Aksanat ve Pera'da yapılacak.
200'den fazla filmin gösterileceği 31. İstanbul Film Festivali aynı zamanda çok güzel galalar,atolyeler ve söyleşiler de gerçekleştirecek. Kaçırılacak bir festival değil!

Buradan film listesine bir göz atabilirsiniz,
Biletler hakkında bilgileri buradan alabilrsiniz,
Biletix'den seanslara ve salonlara bakabilirsiniz - satın alma imkanınız da var.
Harika etkinlikler ve söyleşilere buradan ulaşabilirsiniz,
http://film.iksv.org/tr/etkinlikler - Mesela ben kesinlikle Terence Davies'in 31Mart'ta yapacağı söyleşisine gitmeyi düşünüyorum.

Kısacası, merak ettiğiniz, sormak istediğiniz her şey İKSV'nin kendi internet sayfasında mevcut,

Herkese bol sinemalı günler olsun!