23 Mart 2012 Cuma

Gri Kurt - The Grey

Bu akşam sizlere vizyona yeni giren bir filmden bahsedeceğim, Türkçe'ye "Gri Kurt" olarak çevrildi, "The Grey".

Alaska'ya çalışmak üzere giden bir grup işçinin bulunduğu uçak kötü hava koşulları yüzünden çakılır ve sağ kalan yedi kişi, etrafta kardan başka hiçbir şeyin olmadığı, nerede olduklarını bilmedikleri bir bölgede doğaya karşı güçlü bir savaş vermek zorunda kalırlar. En büyük ve belki de tek düşmanları kurtlardır çünkü düştükleri bölge kurtların alanıdır ve onlardan kaçarken bir yandan da beslenmeli ve soğuktan donmamaları lazımdır.

Filmin yönetmeni, Joe Carnahan ve başrolde de Star Wars serisinden Qui-Gon Jinn olarak tanıdığımız Liam Neeson var.

Açıkcası ben filmi beğenmedim. Hatta gayet zaman kaybı gibi geldi. Sırf vizyona yeni girdiği için ve internette "Liam Neeson bu role hazırlanırken gerçek kurt eti yiyerek hayvanseverleri kızdırdı" gibi haberler okuduğumdan merakımdan seyrettim ama beklediğim gibi vasat bir şey çıktı.
Şöyle ki, başkarakterimiz John Ottway(Liam Neeson) uçak düşerken üç kişilik koltukta tek oturuyor ve yatarak, üç koltuğunda kemerini kendine bağlıyor. Fakat uçak düştükten sonra kendisini uçaktan uzakta, tek başına ( yanında ne düştüğü koltuk ne bir şey ) uyanırken görüyoruz. Daha sonra kaza yerine gittiğinde, koltuğa tek kemerle bağlı diğer arkadaşı ölümüne bağlı bir şekilde bağırırken görüyoruz. O adam tek kemerden çıkamamışken, bizim kahramanımızın nasıl üç kemeri de çözülmüş de uçaktan farklı bir yere düşmüş?
Daha sonra uçaktan tam yedi tane adam tabiri caizse sapasağlam çıkıyorlar. Yani biraz daha yaralayabilirdiniz değil mi o adamları ? Yedi tane erkek baya taş gibi o paramparça olmuş uçaktan çıkıyorlar. Bu kadar çok kurtulan sayısı da saçma geldi.
Fakat uçağın içinde bir arkadaşlarının son nefesini verme sahnesi cidden hoşuma gitti, adam resmen yaşadı yani oyunu verirken.
Gelgelelim karakterimize ilk kez kurt saldırma sahnesine. Leş yiyen bir kurtu kovalamak için cengaver gibi üzerine yürüyüp "hoşt,git" falan diye bağıran Ottway'e haliyle kurt saldırıyor ama o kadar kötü, o kadar yalan bir saldırma ki ben önce ayı saldırdı falan zannettim. Hatta ayı bile olabilir sayın okurlar o yaratık, inanın hala çözebilmiş değilim. Ama ısırık falan cidden Fetih 1453'teki domuz avı sahnesi kadar kötüydü.
İlk gecelerindeki kurt sürüsü ziyareti çok daha güzel bir şekilde çekilebilirdi şüphesiz. Karanlıkta bir anda çift çift gözler parlıyor ve Ottway eline bir ateş alıp diğerlerine diyor ki, " direkt olarak gözlerine bakın, sakın gözlerinizi ayırmayın". Onun bu lafından sonra internette kurtlarla ilgili ayrıntılı bir araştırma yaptım ve bulduklarım arasında şu vardı; " asla bir kurdun gözlerinin içine direkt olarak bakmayın, çünkü eğer bir alfa(kurt sürüsünün başı) ise bunu bir hakaret olarak algılayıp size saldırır. Hadi bunu geçtik, benim bildiğim kurtlar ateşten korkar. Yine yaptığım araştırmalarda kurtların içgüdüsel olarak ateşten korktuğunu öğrendim. Filmde sık sık ateş yaktılar hem geldiklerini görebilmek hem de ısınmak için ama kurt saldırlarının çoğu hep ateşin yanında oldu. Hatta adamın biri meşalesini kara gömmüş hemen yanına tuvaletini yaparken, bir kurt üzerine uçtu falan. Bu hayvanlar ateşten korkuyor, nasıl bu kadar yakındaki ateşi göz ardı edip de geliyor oralara? Saçma.
Karakter öldürme sırasının yanlış olduğunu da düşünüyorum. Bizim sinema derslerinde öğrendiğimiz bazı kemik kurallar var. Bunları uygulayıp uygulamamak tabi ki size kalmış ama gerçekten iyi bir şey yapmak istiyorsanız o belli kurallara uymanızda fayda var. Bu kurallardan bir tanesi de, eğer karakteriniz bir karşıt karakter değilse, mutlaka sevilebilir özellikleri olan bir insan olmalı. Yani izleyici karakteri sevebilmeli. Gerek dış görünüş, gerek tavırlar, düşünceler vs. Benim de film boyunca en sevdiğim karakteri daha uçak düşümünden çok yakın bir süre sonra öldürmesi bir kere rahatsız etti beni. Tabi şimdi "senin keyfine göre mi hareket edecekler, ya ben onu değil de başkasını sevdiysem nereden bilecek adamlar" gibi şeyler söyleyebilirsiniz ama inanın öyle değil. Yani filmi izlerseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Ölen karakterin üzerine çok daha fazla gidilebilir, daha sonra daha heyecanlı bir şekilde öldürülebilirdi. Ama o karakterin öldüğü sahneden bir olay vardı ki, filmin en güzel yeriydi. O da karakterden akan kanların kurdun birinin patisinin içine dolması ve yerde kıpkırmızı bir pati izi çıkması. Gerçekten yönetmenden bekleyemeceğim kadar güzel bir sahneydi.
Olmadık yerlerde, tam rahatlamışken bir anda kurt saldırması falan güzeldi, tabi olması gereken buydu zaten filmin başka bir konusu yoktu ama en sonda da artık final sahnesinde Alfa kurdu o kadar çok bekletmişler ki,  hayvan resmen karakterlerin hazırlanmasını falan bekliyor saygıyla.

Netice itibariyle film içinde mantıksal olarak hatalar olduğunu düşünüyorum ve çekim kalitesi de çok iyi değildi. Bazı yerleri gereksiz uzundu, sıkıyordu. Ben beğenmedim. Gidecekseniz yazdıklarımı okuyup gitmenizde fayda var :)

22 Mart 2012 Perşembe

Bilet Çılgınlığı

İstanbul Film Festivali biletlerimi bugün aldım. Biraz çok oldular, boynuma dolayıp atkı yaptım.

19 Mart 2012 Pazartesi

Les Misérables

Şimdi size taa Ocak 2013'te vizyona girecek bir filmden bahsetmek istiyorum, ben görünce heyecanlandım maksat aklınızın bir köşesinde bulunsun :)

Ünlü usta Victor Hugo'nun romanı Sefiller, 2013 yılında tekrardan sinemaya aktarılıyor ve inanılmaz bir oyuncu kadrosuna sahip! Şöyle ki, başkahraman Jean Valjean'ı yakışıklı Wolverini'imiz Hugh Jackman canlandırıyor. Fakat Jackman ile bitse iyi, kadroda Anne Hathaway, Russel Crowe, Helena Bonhem Carter, Amanda Seyfried ve "Borat", "Bruno" en son da "Hugo"'da aksak tren görevlisi olarak gördüğümüz Sacha Baron Cohen oynuyor. Yönetmen koltuğunda ise "The King's Speech" filmi ile kendini Akademi'ye ispatlamış ve en iyi yönetmen Oscar'ını almış Tom Hooper var.

Sefiller daha önce 1995 yılında Jean-Paul BelmondoMichel Boujenah ve Alessandra Martines, 1998 yılında  Liam NeesonGeoffrey Rush ve Uma Thurman ile beyaz perdeye uyarlanmış, 200 yılında ise  Gérard DepardieuChristian Clavier ve John Malkovich ile mini dizi şeklinde televizyonda oynamıştır.



Bakalım bu sefer ki yeni kadro ile nasıl bir şey gelecek başımıza :)

17 Mart 2012 Cumartesi

Dark Shadows

Sonunda Tim Burton amcamız bize çok seveceğimizi düşündüğüm bir film ile döndü! Tim Burton her seferinde dile getirdiğim gibi zekasına ve yeteneğine hayran olduğum bir adamdır ve yine Johnny Depp'li, Helena Bonhem Carter'lı her zamanki gibi gotik temada bir film yapmış, Dark Shadows.. Film daha önceden dizi olarak yayımlanmış bir proje. Hatta 1966-1971 yılları arasında 5 sene boyunca oynamış. 
Hikayemiz şöyle, Barnabas Collins, köklü bir İngiliz ailesinin oğludur. Victoria Winters ile olan büyük aşkını kıskanan bir cadının yaptığı büyü yüzünden, vampire dönüşür ve bir tabut içinde lanetlenmiş olarak toprak altına gömülür. Tam 200 yıl sonra, şans eseri tabut bulunur ve Collins, çağdışı bir vampir olarak hayata geri döner. Yaşadığı eve gitmeyi ve sevgilisini bulmayı amaçlayan Collins, kötü cadı Angelique'den kurtulabilecek midir?
Dark Shadows'ta çok fazla tanıdık yüz var. Demirbaşlar Johnny Depp ve Helena Bonhem Carter'ı geçersek, Hugo ile son zamanlarda adından sıkça bahsettiren geleceğin yıldızlarından olduğuna inandığım Chloe Grace Moretz'i evin kızı olarak görüyoruz. Bu kız gerçekten henüz 15 yaşında olmasına rağmen, oyunculuktaki yeteneğini çok güzel ispatlamış bir aktris. Geleceğinin de çok parlak olduğunu düşünüyorum. Bir diğer yeteneğimiz ise, Trainspotting'den çok iyi tanıdığımız, nam-ı diyar Sick Boy Johnny Lee Miller. Onu da ekranlarda görmeyeli uzun zaman olmuştu ve Tim Burton ile dönüş yapması gayet güzel olmuş. Michelle Pfeiffer'i evin annesi olarak, güzel oyuncu Eva Green'i ise, kötü kalpli seksi cadı olarak izleyeceğiz. Film 18 Mayıs'ta Türkiye'de de eş zamanlı gösterime girecek diye bekliyoruz. 

dark shadows official trailer (hd) | izlesene.com




Bir kaç tane de fotoğraf paylaşalım Dark Shadows setinden,



Bu da 1966 yapımı Dark Shadows ailesi.





Drama İstanbul Film Atölyesi Başlıyor!






Sevgili okuyucular, aklınızda senaryo fikirleri, elinizde yazılarınız ya da bu işe ilginiz varsa, çok güzel bir fırsatınız var!

Drama İstanbul Film Atölyesi, yeni dönem çalışmalarını 7 Nisan’da başlatıyor. Atölye, Haluk Ünal’ın yönetmenliğinde bu dönemde de yazar adaylarına hikayelerini geliştirme, TV’ye ya da sinemaya aktarma olanağı sunacak.
Senaryo yazmak isteyen; bir fikri, bir hikayesi olan yazar adaylarına önce temel tasarım bilgisi sunan, sonra da hikayelerini gelişitirmeleri için ‘yol arkadaşlığı’ yapan Drama İstanbul, yeni dönem atölye çalışmalarını 7 Nisan 2012, Cumartesi günü başlatacak. Drama İstanbul kurucusu, yazar, senarist ve yönetmen Haluk Ünal’ın gerçekleştireceği atölye, tıpkı batıdaki örnekleri gibi Türkiye’deki film ve dizi sektörüne taze kan kazandırmayı amaçlıyor.

Senaryo yazmak isteyen, bir fikri, bir hikayesi olan herkese açık atölye çalışmaları; 8 haftalık Temel Hikaye Tasarımı ve 8 haftalık Senaryo Geliştirme başlıkları altında gerçekleştirilecek. Bu çalışmalar sonucunda seçilen fikirler ve geliştirilen hikayeler, Drama İstanbul’un portfolyosu içinde değerlendirilerek, Türkiye’nin önde gelen yapımcılarına da sunulacak.

Atölyelere katılım için ayrıntılı bilgiye www.dramaistanbul.com.tr 
adresinden ulaşılabilir.

15 Mart 2012 Perşembe

31.İstanbul Film Festivali hakkında




İKSV'nin düzenlediği çok sevgili 31.İstanbul Film Festivali 31Mart - 15 Nisan tarihleri arasında başlıyor. Biletler lale kartlılar için satışa çıktı. Normal satışlar 17Mart'ta çıkıyor. Biletlerinizi Biletix'den veya sinema salonlarından alabiliyorsunuz. Bu sene gösterimler diğer yıllar olduğu gibi, Kadıköy Rexx, Beyoğlu, Fitaş ve Atlas, Nişantaşı Cities, Aksanat ve Pera'da yapılacak.
200'den fazla filmin gösterileceği 31. İstanbul Film Festivali aynı zamanda çok güzel galalar,atolyeler ve söyleşiler de gerçekleştirecek. Kaçırılacak bir festival değil!

Buradan film listesine bir göz atabilirsiniz,
Biletler hakkında bilgileri buradan alabilrsiniz,
Biletix'den seanslara ve salonlara bakabilirsiniz - satın alma imkanınız da var.
Harika etkinlikler ve söyleşilere buradan ulaşabilirsiniz,
http://film.iksv.org/tr/etkinlikler - Mesela ben kesinlikle Terence Davies'in 31Mart'ta yapacağı söyleşisine gitmeyi düşünüyorum.

Kısacası, merak ettiğiniz, sormak istediğiniz her şey İKSV'nin kendi internet sayfasında mevcut,

Herkese bol sinemalı günler olsun!

12 Mart 2012 Pazartesi

31. İstanbul Film Festivali geliyor!

Çok sevdiğim İstanbul Film Festival'i bu sene de çok yaklaştı. Geçen yıl Roxy'deki açılış partisinde çok güzel zaman geçirmiştik, eğer bu sene de davetli olursam açılış partisi hakkında da size bilgiler veririm sayın takipçiler :)

İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından Akbank sponsorluğunda düzenlenen 31. İstanbul Film Festivali’nin programı dün yapılan basın toplantısıyla açıklandı. 31 Mart-15 Nisan tarihleri arasında gerçekleşecek festivalde 200’ün üzerinde film gösterilecek.

Bu yıl 31’incisi düzenlenen İstanbul Film Festivali, 20’nin üzerinde bölümde 200’ün üzerinde filmden oluşan programının yanı sıra ünlü konuklar, usta sinemacıların katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları, sinema dersleri, ustalık sınıfları ve konserlerle dolu iki hafta vaat ediyor.

Festival programında 2011 ve 2012’nin yeni yapımlarından sinemanın unutulmaz klasiklerine ve usta yönetmenlerin başyapıtları yer alıyor. Festivalde, İKSV’nin 40. yılı için hazırlanan ‘Sinema ve Müzik’ başlıklı bölümün yanı sıra ‘Devrimin Filmini Çekmek’, ‘Yunanistan’da Neler Oluyor?’, ‘Bir Çin Sinema Geleneği: WuXia’, ‘Aile İçinde’ gibi yeni bölümler ve Mark Cousins’in ‘The Story of Film: An Odyssey/ Filmin Hikâyesi: Uzun ve Maceralı Bir Yolculuk’ adlı 15 saatlik filminin özel gösterimi dikkat çekiyor.

SİNEMA ONUR ÖDÜLLERİ

31’inci İstanbul Film Festivali, 30 Mart Cuma gecesi Lütfi Kırdar Sergi ve Kongre Sarayı’nda düzenlenecek açılış töreniyle başlıyor. Açılış töreninin ardından, festivalinSinema Onur Ödülü’nü almak üzere İstanbul’a gelecek Terence Davies’in ‘The Deep Blue Sea / Aşkın Karanlık Yüzü’ filmiyle, festival resmen başlayacak. Aynı gece sinemanın beş önemli ismine İstanbul Film Festivali’nin Sinema Onur Ödülü takdim edilecek. Ödüller bu yıl Türkiye’den, sinemaya imza atan dört büyük isme verilecek: Yönetmen Ali Özgentürk, Türk Sineması’nın unutulmaz oyuncuları Ayşen Gruda ve Halit Akçatepe ile Türkiye’nin ilk kadın sinema eleştirmeni Sevin Okyay.
Ayrıca festivalde bu yıl, 2011–2012 sezonunda yapımı tamamlanan 12 film, Ulusal Altın Lale ödülü için yarışacak. 31. İstanbul Film Festivali Altın Lale Ulusal Yarışma jüri başkanlığını yönetmen, senarist, şair ve yazar Murathan Mungan üstlenecek. Altın Laleler veİstanbul Film Festivali’nin diğer ödülleri sahiplerini, 14 Nisan Cumartesi gecesi Lütfi Kırdar Sergi ve Kongre Sarayı’nda gerçekleştirilecek kapanış töreninde bulacak.

BU AFİŞ OLAY OLMUŞTU

Festivalde gösterilecek olan ‘The Players’ / ‘Sadakatsizler’, aralarında Artist ile Oscar’lar dahil ödül sezonunu kasıp kavuran Michel Hazanavicius ve Jean Dujardin’in de bulunduğu yedi Fransız yönetmen tarafından çekilen sadakatsizlik temalı kısa filmlerden oluşuyor. Oyuncu kadrosunda ise Guillaume Canet, Sandrine Kiberlain, Mathilda May gibi Fransız sinemasının ünlü isimleri yer alıyor. Filmin afişi tepki üzerineFransa’da bilboardlardan kaldırılmıştı.

BİLETLER 5-15 TL

İstanbul Film Festivali biletleri 17 Mart Cumartesi günü saat 10.00’da satışa çıkacak. Sinemaseverler biletlerini; Atlas, Beyoğlu, Nişantaşı City’s ve Kadıköy Rexx Sinemaları’nda açılacak gişelerden, Biletix satış noktalarından, Biletix çağrı merkezinden ( 0216 556 98 00 ) ve biletix.com’dan satın alabilecekler. Festivalin gösterimleri geçen yıl olduğu gibi Beyoğlu’nda Atlas, Fitaş 1 ve 4, Beyoğlu, Pera Müzesi; Nişantaşı’nda City’s ve Kadıköy’de Rexx olmak üzere yedi salonda yapılacak. Festivalde bilet fiyatları; tam 15 TL, öğrenci ve 65 yaş ile üstü sinemaseverler için ise 9 TL olacak. Festivalde hafta içi gündüz seanslarındaki indirimli fiyat uygulaması bu yıl da devam edecek; hafta içi gündüz seansları yalnızca 5 TL olacak.

FESTİVALDE NELER VAR

Toplantıda festival programı, İstanbul Film Festivali Direktör Yardımcısı Kerem Ayan tarafından açıklandı.

Festival bu yıl 20'nin üzerinde bölümde 200'ü aşkın filmden oluşan bir programın yanı sıra ünlü konuklar ve usta sinemacıların katılacağı söyleşi ve atölye çalışmaları, sinema dersleri, ustalık sınıfları ve konserlerle dolu olacak.

Festivalde, 2011 ve 2012'nin yeni yapımlarından sinemanın unutulmaz klasiklerine ve usta yönetmenlerin başyapıtlarına, Sundance ve Berlin film festivallerinde prömiyerlerini yapan filmlere kadar çok çeşitli filmler sunulacak.

Jüri başkanlığını ünlü yönetmen Nuri Bilge Ceylan'ın yapacağı Uluslararası Altın Lale ve jüri başkanlığını yazar Murathan Mungan'ın yapacağı Ulusal Altın Lale ile FACE İnsan Hakları Yarışmalarında, belgesellerden çocuk filmlerine uzanan geniş bir yelpazede filmler izleyiciyle buluşacak.

Öte yandan, İKSV'nin 40, yılı nedeniyle düzenlenen “Sinema ve Müzik” , Arap ülkelerindeki toplumsal hareketlere yönelik “Devrimin Filmini Çekmek”, son yıllarda başarılı filmlere imza atılan Yunan sinemasından örneklerin yer aldığı “Yunanistan'da Neler Oluyor?”, dövüş sanatını içeren filmlerden örneklerin yer aldığı “Bir Çin Sinema Geleneği: Wuxia”, aile ilişkilerinin ele alındığı “Aile İçinde” gibi bölümler de bu yılki festivalde yer alacak.


Kaynak: www.hurriyet.com.tr/kultursanat

4 Mart 2012 Pazar

Fetih 1453

Fetih 1453 filmi ile ilgili çok fazla yorum yazmak istemiyorum çünkü bu film yüzünden sinema sınıfımdaki arkadaşlarımla çok tartıştık. Yönetmenin geçmişi, olayların sırasında hata olduğunun iddia edilmesi falan her şey bir kenara bırakarak, hiç bir polemik olmadan yazmak istiyorum bir kaç cümlemi.
İlk olarak, Türk sinema tarihinde bugüne kadar yapılan en büyük ve tek savaş filmi. Muazzam bir bütçe, produksiyon, çok büyük bir cesaret ama her şeyin başında çok saygı gösterilmesi gereken bir iş. 3 saat izleyip "beğenmedim", dediğiniz film 3 sene önce çekilmeye başlandı. 2009 yılında bir arkadaşım bu filmin seçmelerine çağırılmıştı oradan filmin adını duymuştum ciddiye almamıştım o zamanlar. Ama sonra böylesine patlayacak bir şey olacağı hiç aklıma gelmemişti.
Evet, green box çalışılan yerler (saraylar,surlar yani arka planın gerçek olmadığı her yer) gerçekten çok sırıtıyor filmde. Ama bu kadar sıkıntının eyvallah çekilebileceği bir çalışma olmuş bence Fetih 1453. Çoğu sahnede tüylerim diken diken oldu benim.

Şuna da değinmekte fayda var ki, Ulubatlı Hasan (İbrahim Çelikkol) ve Giustiniani(Cengiz Coşkun)'nin dövüş sahnesi gayet başarılı ve heyecanlı bir sahneydi. Ben İbrahim Çelikkol'un oyunculuğundan o kadar etkilendim ki, kendisi daha büyük işlerde yer almalı kesinlikle. Şimdi ki İffet'teki Cemil karakteri çok düşük bile kalmış ona.

Böyle dönem filmleri yapmanın şöyle de bir artısı var bence, izleyici sonunu bildiği filmi daha rahat izliyor. Yanlış anlaşılma olmasın, bu tarih konulu bir film olduğu için ve tarihi de değiştiremeyeceğimizden, insanlar onun yüceliğinin büyüsüne daha kolay kapılıyor. Mesela Ulubatlı Hasan ile Guistiniani'nin dövüş sahnesinde salondaki çoğu insan rahattı çünkü biliyorlardı ki Hasan sancağı takmadan ölmeyecek. Ama mesela Bizans askerlerinin lağımcıları yer altında kıstırdıkları sahnede, tüm salon çıldırdı. Çünkü ne olacağını bilmiyorlar ama bir yandan da istemiyorlar ki tuttukları taraf ölsün. Tarih filmi yapmanın güzelliği burada olmalı, sonu nasılsa belli diye seyirci sıkmak gibi bir lüksü olamaz yönetmenin/senaristin. İçinde bulunduğu tarihi anlatırken akıp gidiciliğini çok iyi ayarlamalı ve bu filmin bunu yapabildiğini düşünüyorum.

Tüm bunların dışında, son sahne gerçekten çok kötü olmuş. Sultan Mehmet'in tahminimce Ayasoyfa olduğu kiliseye girmesi ve halka korkmayın hep birlikteyiz dedikten sonra halkın bir anda gülümsemesi çok ütopik. Yani hiç bir halk 1 saat önce topraklarını işgal etmiş bir imparatora öyle gülümseyip hadi bakalım hep birlikte birlik içinde yaşayacağız gibi bir muhabbet yapmaz, yapamaz. Korkar, nefret eder, sinirlenir ama bu kadar çabuk inanıp da onu kabul etmez.
Fetih 1453 çok göreceye açık ve üzerinde detaylı tartışmayacağım bir film. Ama her şeyi bir kenara bırakırsak, kimseye gidin ya da gitmeyin diye ısrar etmem. Hep dediğim gibi, "sinema göreceli bir kavram"dır. Burada da yaptığımız sadece size bir fikir vermektedir. Ama Türk sineması böyle şeyler yapabiliyormuş demek için izlenecek bir film.

Her şey bir kenara, emeği geçen herkese saygı duyulacak bir çalışma. Biz 3 senelik çömezlik evremizde bile bir kısa film çekerken ne zorluklar yaşıyoruz, "bütçe yok abi" her öğrencinin bahanesi, ama öyle değil tabi. Olay sadece bütçeyle bitmiyor. Bu insanlara da, Faruk Aksoy'u da, böyle bir işin altına girebildiği için tebrik etmek lazım.

2 Mart 2012 Cuma

The Dark Knight Rises - Opening Credits

Yaklaşık bir aydır dünya medyası dahil Türkiye'yi de sarsan bir video ile tanıştık, sahibi de Doğan Can Gündoğdu isminde bir üniversite öğrencisiydi. Doğan Can Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Tasarımı 3. sınıf öğrencisi olduğundan, geçen dönemler boyunca ortak dersimizin de olduğu okul arkadaşım ve kurgu zamanı bol bol arayıp, ya da kurgu odasında sıkıştırıp "Dogan Can nooolur bana yardım eeet" diye ağlandığım ve kendisinin de her seferinde bana elinden geldiğince yardım ettiği çok yetenekli, zehir gibi bir adamdır.
The Dark Knight, nam-ı değer Batman'in son serisi henüz trailer sahibi bile değilken, Doğan Can çok zekice bir hareket yapıp, hem kendini tüm dünyaya tanıttı, hem de bölüm dersinden A ile geçmiş oldu :) Fazla söze gerek yok, henüz 21 yaşında Hollywood ile iş yapmaya başlayan birinden bahsediyoruz, yolu çok açık kendisine başarılar diliyor ve yaptığı harika iş ile sizi başbaşa bırakıyorum

Paris'te bir gece / Midnight In Paris

Ben de çok özel bir yeri olan, Woody Allen'ın yaptığı en güzel filmlerden biri olarak düşündüğüm bir film oldu Paris'te bir gece.
" Adam yapıyor beyler".
Gil (Owen Wilson) ve nişanlısı Inez (Rachel McAdams) Inez'in babasının iş görüşmesi dolayısıyla Paris'e giderler. Gil bir yazardır ve kitabı üzerinde çalışmak için gerekli ilhamı ve enerjiyi kendisinde bir türlü bulamamaktadır. Bir akşam Inez'in arkadaşlarıyla yemeğe çıkarlar ve daha sonra herkes dansa gitmek ister fakat Gil dansa gitmeyi istemez ve otele yürümeye karar vererek kendisini Paris sokaklarına bırakır. Belki aşık olduğu bu büyülü şehir ona ihtiyacı olan ilhamı verecektir umuduyla sokaklarda gezinirken kendini yoldaki merdivenlere bırakıp etrafı seyreder ve o sırada gizemli bir araba önünde durur. İçeriden çıkan insanlar kendisini zorla arabaya alırlar ve Gil bir anda inanılmaz bir dünyanın içine düşer! Bu dünyada yok yoktur! Hemingway'den, Picasso'ya, Cole Porter'dan Salvador Dali'ye, F.Scott Fitzgerald'dan Zelda Fitzgerald'a kadar bir çok sanatın köşe taşıyla tanışma şansına erişir! Gil yaşadıklarının gerçek olup olmadığına inanmak için her gece bu macerayı yaşamaya ve bir yandan da kendisini keşfetmeye başlar. Bu kısıtlı süre içerisinde kendisiyle yaşadığı muhakeme ona nişanlısı ile gerçekten uygun olup olmadığını da sorgulatmaya başlar ve bir yandan da Inez'in cevap veremediği soruları başlayınca iyicene işin içinden çıkılmaz bir durum olur.
Gil bu karmaşanın içinden çıkıp, planlanmış hayatına geri mi dönecektir yoksa bu fantastik dünyanın bir üyesi olup kendini bulma şansına ulaşabilecek midir?

İlk olarak, çok yetenekli oyuncuların olduğunu belirtmekte fayda var. Owen Wilson ve Rachel McAdams'ı oldum olası çok sevmişimdir ve bu filmde çok güzel bir ikili olmuşlar. Bu aralar Paris'i konu alan birbirinden güzel filmler çekiliyor ve insan gerçekten bir kez daha hayran kalıyor bu büyülü şehre. Özellikle Allen amcamız olaya el attıysa zaten, beğenmemek imkansız.

Filmi bu kadar beğenmemin sebeplerinden biri de, sanatın her dalını ölümüne kullanmış olması. Tüm film boyunca yazarlar, ressamlar, müzisyenlerin konu alınmasını geçtim, afiş resmi de Van Gogh'un ünlü tablosu "Yıldızlı Geceler"in üzerine işlenmiş. Van Gogh bu tabloyu akıl hastanesinde kaldığı dönemlerde, odasının penceresinden bakarak resmetmiş.

Gelgelelim filmin müziklerine.. Ah bu soundtrackler adamı alkolik yapar! Adamı aşık yapar! Cole Porter'ın "Let's do it" isimli ölümsüz parçası olsun, yine Cole Porter'dan "You've got that thing", "You do something to me", Enoch Light'in sesinden Charleston ve daha neler neler var.

1920'lerin Parisindeyiz bir kere. İnsanın içinde her zaman var olan geçmişe dönüş, Altın Çağlarda yaşama aşkı bu sayede bir kez daha su yüzüne çıkıyor ve filmi bitirdiğinizde o içinizdeki sıcacık duyguyu uzun bir süre atamıyorsunuz.
Mutlaka izlenmesi gereken filmlerden bir tanesi daha olarak yerini alıyor böylece Paris'te bir gece!

Ayrılık - A Separation


Bu sene 84. Akademi Ödülleri'nden Yabancı Filmler dalında en iyi film ödülünü alan film, " A Separation " oldu.
IMDB'den 8.6 gibi efsane bir oylama almış filmimiz Iran'dan çıkma ve yönetmeni de Asghar Farhadi. Oyunculuklar çok doğal, çok akıcı ve hiç bir karakter sırıtmıyor.
Kızlarının geleceği için İran'da yaşamayı daha fazla istemeyen Simin, kocası Nader'i yurtdışına yerleşmeye ikna edemeyince boşanma davası açar. Nader ise buradan ayrılamayacağını, çünkü babasının hasta ve bakıma muhtaç olduğunu, kızlarını ise ona vermeyeceğini savunur. Bu boşanma süreci üzerinde dönen film, daha sonra bambaşka boyutlara geçer ve her saniyesini adeta soluksuz izlettirir. Gerçekten hiç beklemeyeceğiniz ters köşelerle dolu film. Nereden nereye geldi böyle diye bol bol şaşırtıyor!
A separation geçen gün "directing" dersimize konu olan bir film oldu ve benim de zaten aklımda olduğundan o günün akşamı hemen izleyeyim dedim. Dersi veren hocanın da bahsettiği gibi gerçekten film akıcılığını hiç bir saniyede kaybetmiyor ve durmadan seyirciye bir gerilim, bir endişe veriyor. " Şimdi ne olacak?" diye sormaktan kendinizi alamıyorsunuz.

Beni en çok üzen karakter filmdeki Alzheimer hastası dede ve onun başına gelenler oldu.

Normal, televizyondan izlediğimiz ya da etraftan duyduğumuz İran portesinden çok farklı bir tablo görüyoruz film boyunca. Bol bol kitap okuyan, müzik falan dinleyen bir aile. Anne öğretmenlik yapıyor, baba bankacı. Annenin de babanın da kendi arabaları var ve kadın ben gidiyorum diyerek kapıyı çekip çıkabiliyor.
İran cidden kendisini anlatabilmek adına böyle filmleri daha çok yapmalı. Yine de İran'ın böylesine modern ve adaletli bir ülke olduğuna inanmasam da, bu şekilde kendini dünyaya tanıtan filmler yapmak onlar için çok başarılı bir durum bence. Bunu İran'da yaşayan İran'lı aile dostlarımız olduğundan söylüyorum, filmimizde olduğu gibi bir ülke değil tam anlamıyla. Şuna da özellikle dikkat ettim ki, bir sahnede, kadına dedikleri doğruysa Kuran'a el basmasını söylüyorlar. Fakat kadın o anda bir ikileme düşüyor ve Kuran'a el basmadığı takdirde kendi hayatının riske gireceğini bilse de, günah işleme korkusu ağır basıyor ve yapmıyor. İzlediğiniz hiç bir Hollywood filminde göremeyeceğiniz derecede değişik bir detay bu ve benim çok hoşuma gitti.
Filmde neredeyse hiç müzik yok, her şey kendi sesiyle ya da sessizliğiyle sürüyor ve planlar uzun uzun çekilmiş. Ama çok başarılı her şey. İnsan beklemiyor böylesine güzel bir film. Israrla izlemenizi tavsiye ediyorum bu yüzden. Bir de aralarda bol bol " aa Türkçe mi bu ya, Türkçe mi duydum ben" diye şaşırmayın, unutmayın ki dilimizde çok fazla Arapça ve Arap kökenli kelime var :) Zannetmeyin ki Türkçe konuşuyorlar. Özetle, iyi seyirler!

1 Mart 2012 Perşembe

Hugo

Sizlere sıcağı sıcağına izlediğim, mis gibi bir filmden bahsetmek istiyorum; Hugo. Bu sene Oscar töreninde Martin Scorsese'nin göz bebeği olan Hugo "en iyi görüntü yönetmeni", "en iyi ses kurgusu", "en iyi sanat yönetmeni", "en iyi görsel efekt" ile gerçekten hak ettiği 4 ödülü evine götürdü. Biz gelelim filmimizin konusuna.

Filmimiz 1930 yıllarının Fransasında geçmektedir. Hugo Cabret adındaki yetim, babasının ani ölümünden sonra amcasının yanında bir tren istasyonunun saatlerinin ayarlandığı özel bir odada yaşamaya başlar fakat alkolik amcası da kısa süre içinde onu terk eder. Hugo'ya bıraktığı tek şey saatleri nasıl onaracağı, kuracağı gibi işler olmuştur ve Hugo'da tek başına bu tren istasyonunda gizlice yaşamaya çalışmaktadır. Babası ölmeden önce bir gün eve bir otomatom getirmiştir ve en büyük arzusu onu onarmak olmuştur. Küçük Hugo, babasını kaybettikten sonra tek arkadaşı olan otomatomu hayata geçirmek için elinden geleni yapmaya başlar. Fakat bir gün istasyondaki oyuncak dükkanının sahibi George içinde babasının otomatom ile ilgili özel notlarının olduğu defteri alınca işler karışır. George'un vaftiz kızı Isabella'da olaylara dahil olunca bu iki ufaklık boylarından büyük işlere kalkışırlar.

Açıkcası ben Hugo'yu fantastik bir şey zannediyordum, yani Midnight In Paris gibi olacak diye düşünmüştüm ama zaten 1930'larda geçtiği için yeterince fantastik geldi bana :) Filmin renkleriyle başlamak istiyorum. Scorsese'nin alışık olmadığımız bir tarzını görüyoruz bence burada. Çünkü daha çok Woody Allen kafası bir film yapmış ama cidden çok başarılı olmuş. Renkler o kadar etkileyici ki, kendinizi gerçekten o dönemde hissediyorsunuz. Gelelim kamera açılarına;
Yakın çekimler ve netlemeler özellikle de kameranın karakteri aralıksız takip etme sahneleri cidden beni büyüledi. Filmin en başında, Hugo'nun evine gitmesini, oradan kaçmasını falan izlerken kamera açıları beni kendisine aşık etti. Daha sonra Fransa'ya kendini aşık ettiren görüntüler çıktı film boyunca karşıma.
Başka bir detay da şudur ki, film ilk filmlerden olan ve sinema tarihinde çok önemi olan "aya yolculuk" ve sahibi Meliés ile ilgili olunca, sinema televizyon öğrencisi olan beni daha çok etkiledi. Okula ilk başladığımızda öğretilen kişilerin çoğunu bir anda karşımda görünce çok hoşuma gitti, bana da güzel bir hafıza tazeleme oldu. Spoiler verdiğimi zannetmeyin, çünkü Meliés'in adı filmin yarısına kadar hiç geçmiyor. Bir anda ortaya çıkınca da zaten hiç beklemediğiniz bir ters köşe yapıyor size film.
Bütün bu güzelliklerin dışında, tansiyonu sık sık düşüyor filmin. Yani " hadi bir şey olsun artık " düşüncesini sizde yarattıktan belli bir süre sonra bir şey oluyor. Akıcılığı çok fazla değil. Ama bu filmin diğer güzellikleri sayesinde kapanabilecek bir şey.

Aldığı tüm Oscar ödüllerini hak eden güzellikte teknik yapıya sahip bu filmi, izleyin derim :)

Dip not: Hugo'nun babası Jude Law! Öldüğü için içiniz parçalanacak, evet!

9. Geleceğin Sineması Projesi

Bir diğer projemiz ise, Türvak'ın gerçekleştirdiği, 9.Geleneksel Geleceğin Sineması Projesi.

Şöyledir,
9. GELECEĞİN SİNEMASI PROJESİ
"Sinema Öğrencilerinin Kısa Film Projelerini Destekleme Yarışması"

SON BAŞVURU TARİHİ :
9 MART 2012 CUMA

SİNEMA-TV, RTS, ANİMASYON, FİLM TASARIMI
GÖRSEL İLETİŞİM, İLETİŞİM SANATLARI, SANAT YÖNETİMİ, BÖLÜMLERİNDE OKUYAN
SİNEMA -SENARYO -FİLM VE DRAMA VB DERSLERİ ALAN TÜM LİSANS - YÜKSEK LİSANS
ÖĞRENCİLERİ BAŞVURABİLİR.

Geleceğin Sineması” Projesi, aynı alandaki diğer film ve senaryo projelerini destekleyen yarışma ve etkinliklerden, çekimi henüz gerçekleştirilmemiş, ancak gerçekleştirilecek olan film projelerine destek vermesiyle ayrılıyor. Bu çerçevede, başvuracak öğrencilerin, film projelerinin sinopsisini bilgi formuyla birlikte en geç “9 MART 2012 / CUMA gününe kadar TÜRSAK Vakfı’na ulaştırmaları gerekiyor.

GENÇLERE ÖDÜLLERİNİ, GENÇ SİNEMACILAR VERECEK!

Katılımcıların, herhangi bir tür sınırlaması olmaksızın; kurmaca, deneysel, belgesel ve animasyon dallarında projeleriyle başvurabilecekleri “Geleceğin Sineması 9”un seçici kurulu, bu yıl sinemanın deneyimli isimlerinin yanısıra yine katılımcı gençlere daha yakın olan genç yeteneklerden oluşuyor;

T.C. Kültür Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürü Cem Erkul;

Yönetmen Murat Şeker;

Yazar Yekta Kopan;

Yönetmen Muzaffer Hiçdurmaz;

Yönetmen Yüksel Aksu;

Görüntü Yönetmeni Gökhan Tiryaki;
Oyuncu Bergüzar Korel;

Oyuncu Beste Bereket;

ve Jüri Başkanı Türsak Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı: Engin Yiğitgil

“Geleceğin Sineması Projesi” başvuru formu ve yönetmelik için www.tursak.org.tr adresinden bilgi edinebilirsiniz.

2 Faces Kısa Sitcom Yarışması!



Arkadaşlar çok güzel kısa film yarışmalarıyla geri döndüm aranıza! Birincisi Hürriyet Kampüs'ün düzenlediği, 2 Faces Kısa Sitcom Yarışması. Ödüller çok leziz, bizim ağzımızın suyu aktı, vakit bulabilirsek üzerinde çalışıp katılmayı da çok istiyoruz! Sizin de aklınızda bulunsun.

Nedir bu yarışma ?
Hürriyet Kampüs Gazetesi'nin üniversite gençliğine yönelik düzenlediği
2Faces Kısa Sitcom Yarışması'nın ikinci etabı başladı. Öğrencileriniz 20
Mart tarihine kadar çektikleri kısa filmlerle yarışmamıza katılabilirler.

"Kampüs Hayatının Unutulmaz Anları..." konulu kısa sitcom yarışmasına
katılmak isteyenler, ister kamera, ister cep telefonuyla çektikleri filmleri
20 Mart tarihine kadar hurriyetkampus.com sitesine yükleyebilecekler.
Filmler 20 Mart tarihine kadar oylamaya açık olacak. 4 bölümden oluşacak
yarışmada her bölüm için ilk 3 sıraya girenler, yıl sonunda yapılacak
finallerde yarışacak.

Büyük final ödülleri

Hürriyet Kampüs Gazetesi, finalde 1'nci gelecek ekibe "Orlando Universal
Studios" Resort Hotel'de 3 kişilik her şey dahil muhteşem bir tatil hediye
edecek. 2'nciliği elde edecek ekip, 3 adet Samsung 101 Ekran 3D Led TV
kazanacak. 3'ncü gelecek ekip de 3 adet Apple iPad2 yeni jenerasyon
tabletlere sahip olacak.

Detaylı bilgi için: hurriyetkampus.com ve facebook/hurriyetkampus